Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı XVII. YÜZYIL’DA OSMANLI DEVLETİNDE RÜŞVET Kaan KOCAMAN Yüksek Lisans Tezi Ankara, 2019 XVII. YÜZYIL’DA OSMANLI DEVLETİNDE RÜŞVET Kaan KOCAMAN Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi Ankara, 2019 iv ÖZET KOCAMAN, Kaan. XVII. Yüzyıl’da Osmanlı Devletinde Rüşvet, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2019. Rüşvet, birlikte yaşamanın zorunlu bir sonucu olarak doğan devlet sistemi ve bu sisteme geçen toplumlarda var olmuş en eski suçlardan birisidir. Ekonomik şartlar ne olursa olsun rüşvet her daim varlığını sürdürmüştür. Rüşvet her ne kadar eski bir suç olsa da bir o kadar geleneği içinde barındırır. İnsanlık tarihinin bir parçası olarak rüşvetin Osmanlı Devleti'nin alt ve üst kademelerin de birçok örneğinin mevcudiyeti şaşırtıcı değildir. İşte burada rüşvet Osmanlı tarihinin konusu olarak ele alınmaya çalışılacaktır. 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıla ait nasihatnamelerde rüşvetin Osmanlı düzenini tehdit eden hususlar arasında ilk sırada sayılması sebebiyle zaman dilimi bu dönem ile sınırlandırılacaktır. Ancak bunu sadece kronolojik bir sıralama ile vermek yerine mümkün olduğunca çok yönlü bir okuma ile sorgulamayı amaçlıyoruz. Anahtar Sözcükler Rüşvet, Osmanlı Devleti, 17. yüzyıl, Osmanlı Tarihi, İslam Hukuku, Osmanlı Hukuku v ABSTRACT KOCAMAN, Kaan. Bribery In The Ottoman Empire In The 17th Century, Master’s Thesis, Ankara, 2019. Bribe, it is one of the oldest crimes that existed in the system of state and the societies that emerged as a necessary result of living together. Whatever the economic conditions bribery has always existed. Although bribery is as old as crime it contains so much tradition. Bribery is part of human history as it is not surprising that many examples of the lower and upper levels of the Ottoman Empire. In here, bribery will examine the subject of Ottoman history. İn late 16th and 17th century’s nasihatname, bribe is the first order to threaten the Ottoman order because of the time period will be limited to this period it. But instead of just giving it a chronological sorting we aim to query it as much as possible. Keywords Bribery, Ottoman State, 17th Century, Ottoman History, Islamic Law, Ottoman Law vi İÇİNDEKİLER KABUL VE ONAY………………………………………………………………………..i YAYIMLAMA VE FİKRİ MÜLKİYET HAKLARI BEYANI………..…….…..……..ii ETİK BEYAN……………………………………………...…………………….………...iii ÖZET………………………………………………………...……………………………..iv ABSTRACT…………………………………………….……….…….……………….…..v İÇİNDEKİLER…………………………………………...……………...…....……….…..vi GİRİŞ: ……………………………………………………………………………..……....1 1. BÖLÜM: KAVRAMSAL VE KRONOLOJİK BİR KURGU İLE RÜŞVET……..11 2. BÖLÜM: HUKUKUN KONUSU OLARAK RÜŞVET………..………….….…......21 3. BÖLÜM: RÜŞVET ALAN-VEREN İLİŞKİSİ VE RÜŞVETİN SEBEPLERİ........36 4. BÖLÜM: HEDİYE-RÜŞVET İKİLEMİ: PİŞKEŞ Mİ RÜŞVET Mİ?......................46 5. BÖLÜM: DEVLET RİCALİNDE RÜŞVETÇİLİK…………….…………………..58 SONUÇ……………………………………………………………………….….…………73 KAYNAKÇA………………………………………………………………………………74 EK 1. ORİJİNALLİK RAPORU.…..…………..………..…….………………………….84 EK 2. ETİK KURUL/ KOMİSYON İZNİ YA DA MUAFİYET FORMU……….……85 1 GİRİŞ Vermezdi kimse kimseye nân minnet olmasa Bir maslahat görülmez idi rüşvet olmasa Nâbî (Aydın, 2017, s. 47) İnsanın meşru biçimde ulaşamadığı ekonomik kazanç, sosyal ya da siyasî statüyü elde etmek için başvurduğu ilişki veya tutumu ifade eden rüşvetin suç türü olarak köklü bir geçmişi vardır. Rüşvetin suç olarak görülmesi, karşılıklı çıkar ilişkisinin sosyal ilişkilere zarar vermesi ve güvensizlik ortamı yaratmasındandır. İlginç olan şu ki, rüşvet hem ahlakî çürümenin sonucu hem de sebebi olarak kabul edilir. Temel endişe ise, her rüşvetin dolaylı olarak yeni rüşveti beraberinde getireceği ve sonunda toplumun yegâne “iş yaptırma mekanizması” haline geleceğidir. Tarih boyunca farklı toplumlarda rüşvet alan ile verenler, hukukî, ahlakî ve dinî olarak onaylanmadıklarını bilmelerine rağmen, en kısa sürede hedefe varma isteğinde birleşirler. Rüşvet veren, rüşvet alana sağladığı çıkarla –bu çıkar genelde para gibi maddî unsurlardır- hedefine ulaşırken, rüşvet alan “yaptıklarının karşılığı” olarak kendisine verilen paranın ya da menfaatin sahibi olur. Sözü edilen çıkar ilişkisi suç olarak görüldüğünden gizlidir. Ancak hukukun konusu olabilmesi için öncelikle rüşvet alan ve veren tespit edilmelidir. Aksi takdirde yaptırım uygulanamamakta ve suçun önüne geçilememektedir. Ancak bu hiç kolay değildir. Zira, rüşvet esas itibarıyla gizli bir mutabakata dayanmaktadır. Bu durum, rüşvet konusunda yapılan bilimsel çalışmaların sınırlı sayıda kalmasına yol açmıştır. (Kılavuz, 2003, s. 207) Ancak son yıllarda sosyal bilimlerde yolsuzluk ve rüşvet konusu yeniden gündeme gelmiştir. Bunun en önemli sebebi bazı ülkelerde yolsuzluk ve rüşvet suçlarının hükümetleri etkilemesi, kimi zaman da hükümetleri değiştirmesidir.1 İnsanlık tarihinin bir parçası olarak rüşvetin Osmanlı Devleti’nin alt ve üst kademelerin de birçok örneğinin mevcudiyeti bilinmektedir. İşte burada rüşveti Osmanlı tarihinin konusu olarak ele almaya çalışacağız. Hemen belirtelim ki, 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıla ait nasihatnamelerde rüşvetin Osmanlı düzenini tehdit eden hususlar arasında ilk sırada sayılması 1 Son olarak 2018 yılında İspanya’da yolsuzluk yaptığı ve rüşvet aldığı iddia edilen İspanya Başbakanı Mariano Rajoy'a yöneltilen suçlamalar sebebiyle verilen gensorunun kabul edilmesi sonucu Rajoy hükümeti düşmüştür. http://www.sabah.de/gundem/2018/06/01/ispanyada-yolsuzluk-davasi-hukumeti-dusurdu 2 sebebiyle zaman dilimimizi bu dönem ile sınırlandırarak ele alacağız. Ancak bunu sadece kronolojik bir sıralama ile vermek yerine mümkün olduğunca önceki dönemleri de içine alacak şekilde çok yönlü bir okuma ile sorgulamayı amaçlıyoruz. Aslında 17. yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin siyasî, askerî ve ekonomik olarak bir çözülme dönemi olarak bazen de gerilemeci edebiyat anlatısının kalıpları dışına çıkılarak farklı yorumların konusu olan bir dönemdir. Buna göre, söz konusu dönemde bürokrasi oldukça gelişmiştir. Rüşvetçilik ve adam kayırma gibi algılanan hususlar ise Osmanlı Devleti’nin çöküşünden çok canlılığını ifade etmektedir. (Peirce, 2013, s. 251) Oysa, dönemin nasihatname yazarları için rüşvet, “bozulmanın” bir sebebidir. Şurası açık ki; Osmanlı Devleti’nde rüşvet, 17. yüzyılın sorunu değildir. Osmanlı Devleti’nde sistemin en “iyi” işlediği dönem olarak kabul edilen 16. yüzyılda Rüstem Paşa ile ilgili veriler bu dönemde de rüşvetin yaygın olduğuna işaret ediyor. (Gökbilgin, 1956, s. 11-50) Daha önceki dönemlerde de rüşvet olayları olmakla birlikte Rüstem Paşa’nın önemi devlet katındaki rüşvetin bu dönemde başladığına yönelik kayıtlardır.2 Hemen belirtelim ki, çalışma esas olarak nasihatnamelere dayanmaktadır. Nasihatname, İslâm devletlerinde yaygın olan edebi bir türdür ve Hint-İran geleneğine dayanmaktadır. (İnalcık, 1966, s. 261-268) Dürüst ve ahlâklı bireylerin meydana getirdiği bir toplum oluşturabilmek adına yazılan eserlere her kültürde rastlanır. Nasihatnamelerin temelini, özellikle semavî dinlerin ve ahlâk felsefecilerinin bu konuda ortaya koyduğu ilkeler oluşturmaktadır. Bu konuda Arap ve İran geleneğinde birçok eser yazılmıştır. (Pala, 2006, s. 409) Yazarları konuya yönelten en önemli husus İslâm dininin nasihat dini olduğunu vurgulayan âyet ve hadislerdir. Türklerin nasihatname türünde eser vermeleri ise İslam’a geçişten sonradır. Burada zikredilebilecek eserler arasında ilk sırada, Yûsuf Has Hâcib’in 11. yüzyılda yazdığı ve Karahanlı hükümdarı Tamgaç Buğra Han’a sunduğu Kutadgu Bilig’i verebiliriz.3 2 Bazı görüşlere göre Rüstem Paşa’ya atfedilen rüşvet suçlamasının sebebi bu dönemlerde ortaya çıkan yeni bir makam vergisi türü olan câize ile ilgili olabilir. Rüstem Paşa ile ilgili inceleme ilerleyen bölümlerde yapılacaktır. 3 Kutadgu Bilig, sadece ahlak dersi veren bir eser değil, insan hayatının anlamlandırmaya çalışarak onun cemiyet ve dolayısıyla devlet içindeki görevlerini tayin eden bir hayat felsefesi sistemidir. Yûsuf Has Hâcib, birbirine çok sıkı bağlarla bağlı bulunan fert, cemiyet ve devlet hayatının ideal bir biçimde düzenlenmesinde yardımcı olacak zihniyet, bilgi ve faziletlerin nelerden oluştuğunu, bunların nasıl elde edileceği ve nasıl kullanılacağı üzerinde durmuştur. İnalcık, “Kutadgu Bilig’de Türk ve İran Siyaset Nazariye ve Gelenekleri” adlı makalesinde (İnalcık, 1966) Orta Asya Türk siyaset kültürünün en önemli eserlerinden biri olan Kutadgu Bilig’deki siyaset anlayışının Osmanlı Devleti’nde devam eden unsurlarını göstermiştir. Daha sonra yazdığı “Suleiman the Lawgiver and Ottoman Law” adlı makalesinde (İnalcık, 1969) ise, Osmanlı Devleti’ndeki kanun kavramının eski Türk geleneklerindeki töre ve yasa anlayışının Osmanlı’da devam eden etkisiyle şekillendiğini vurgulamıştır. Türk tarihi için bir diğer önemli eser Nizamülmülk (d. 1018, ö. 1094) tarafından yazılan Siyasetname’dir. Gerçek ismi Ebu Ali Hasan olan Nizamülmülk, 1018 tarihinde İran'ın, Horasan bölgesinin Tus şehrinde doğdu. Dönemin Daha sonra Selçuklu Devleti’nin hizmetine girerek, Çağrı Bey (d. 989, ö. 1060) Sultan Alp Arslan (d. 1029, ö. 1072) ve Melikşah (d. 1055, ö. 1092)’ın dönemlerinde baş vezirlik görevini üstlendi. (Özaydın, 2007, c. 33, s. 194-196) Nizamülmülk, Siyasetname’ de “olması gerekenler” hakkında somut önerilerde bulunur. Ayrıca eser, dönemin devlet ve bürokrasi yapısı, yöneten-yönetilen ilişkisini de yansımaktadır. Siyasetname’nin tarzı Anadolu Selçuklu 3 Genellikle Siyasetnâme veya nasihatname kavramlarının yanında “nasihat literatürü”, “ıslahat risaleleri”, “ıslahat layihaları”, “ıslahat metinleri” ve “reformist metinler” tanımları da kullanılmıştır. Geleneksel nasihatnamelerden izler taşısa da Osmanlı örneğinde özgün bir tür yaratıldığı için nasihatnamenin yanında ıslahat risalesi/lâyihaları kavramları da kullanılmıştır. (C. Yılmaz, 2003, s. 302) Osmanlı döneminde özellikle 16. yüzyılın sonlarında siyasetnamelerin yanı sıra bir takım ıslahat lâyiha/risalelerinin de yaygınlaştığı görülmektedir. Ancak bunları siyasetname tipi eserler kategorisinde ele almak mümkün değildir. Her ne kadar siyasetnamelerde izahı yapılmış olan devlet ve toplum anlayışını temel alsalar da, siyasetnamelerde nazarî meseleler açıklanmış, ıslahata müteallik eserlerde devlet ve toplumun içine düştüğü “kötü” durumdan nasıl kurtulacağına ağırlık verilmiştir. (Öz, 2017, s. 19) 17. yüzyıl Osmanlı Devleti’nde lâyihalar devridir.4 Padişahların yönetimden gitgide ellerini çekmeleri ve saraya kapanmaları sonucu sadrazamların otoriteleri azalmış, saray içindeki kimi güç odaklarının kurduğu yeni siyasal güç koalisyonları oluşmuştur. Padişaha ulaşması güçleşen sadrazam sunduğu telhislerle padişahla irtibat kurabilmiştir. (Howard, 2011, s. 204) Sadrazamla beraber sayısal olarak artışına karşın güç kaybına uğrayan bürokrasinin gerilemesine bağlı olarak ortaya çıkan nasihatname türünün yazarları arasında sadrazam, saray içi görevliler, bürokratlar, Şeyhülislâm ve vakanüvisler gibi çeşitli görevliler bulunmaktaydı. Burada Osmanlı ıslahat lâyihalarını/risalelerini özgün kılan özelliklerden bahsetmeden önce benzerlikleri ortaya koymakta fayda görüyoruz. Osmanlı ıslahat risalelerinde klasik siyasetnamelerde anlatılan devlet ve toplum anlayışı temel alınıyordu. Ayrıca, ıslahat risalesi yazarlarının yer verdikleri tarihi olaylar, kullandıkları dini motifler (ayet, hadis ve vecizeler) de benzerlik taşımaktaydı. ve Osmanlı Devleti’nde devam ettirilse de Osmanlı’da ki ıslahat lâyiha ve risalelerinin kendine özgü yanları bulunup, klasik siyasetname ve ahlak kitaplarından ayrılır. 4 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl Osmanlı ıslahat lâyihalarını genel değerlendirmeye tâbi tutan literatüre baktığımız zaman Mehmet Öz’ün Kanun-ı Kadimin Peşinde Osmanlı’da Çözülme ve Gelenekçi Yorumcuları adlı çalışmasını zikretmeliyiz. (Öz, 2017) Eserde, Osmanlı Devleti’nin sosyo-politik yapısının gösterdiği değişim ele alındıktan sonra ıslahat lâyihalarında ileri sürülen fikirler derin bir şekilde incelenerek anlamlandırılmıştır. Eserin sonuna eklenen bölümlerde 16. yüzyıl sonlarından 18. yüzyıla Osmanlı Devleti’nin siyasi tarihi ele alınarak nasihatnamelerin yazıldığı dönemin konjonktürü yansıtılmıştır. İkinci ekte Osmanlı klasik dönem Osmanlı siyaset düşüncesine değinildikten sonra üçüncü ekte ana hatlarıyla 17. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin durumu anlatılmıştır. Bunun dışında Rıf’at Ali Abou-El-Haj’ın Modern Devletin Doğası’da zikredilmesi gereken bir çalışmadır. (Abou- El-Haj, 2000) Yazar bu eleştirel çalışma da sadece ıslahat risalelerinin nasıl okunması gerektiğine dair alternatif bir bakış açısı sunmakla kalmayıp, devletin bu dönemde yaşadığı değişim ve dönüşümün analizini sunmaktadır. 17. yüzyılda gerilemekten ziyade yapısal bir değişim söz konusudur. “Kriz” olarak anılan tüm gelişmeler bu değişimin bir sonucudur. Rıf’at Ali Abou-El-Haj, nasihatname literatürünün yanlış yorumlandığını öne sürerek, oluşan “bozulma” ve “gerileme” iddialarına karşı çıkmış, Osmanlı Devleti’ni katı ve değişmez bir yapı olduğunu reddetmiştir. (Abou-El-Haj, 2000, s. 55) Nasihatnamelere dair geniş bir literatür söz konusu olduğundan burada sadece birkaç örnek verilmekle yetinilmiştir. (Gökbilgin, 1957, s. 197-128; İnalcık, 2015, s. 117-177; Faroqhi, 1996, s. 216-22; Yılmaz, 2003a, s. 231-298; Öz, 1991, s. 49-52; Kafadar, 2001, s. 23,28; Yılmaz, 2003b, s. 299, 338, Aksan, 1993, s. 53-69.) 4 (Öz, 2017, s. 19) Bir diğer benzerlik ise, Osmanlı ıslahat risalesi yazarlarının kendilerine “padişahın güvenilir akıl hocası” rolünü vermeleriydi. (Howard, 2011, s. 200) Osmanlı ıslahat risalelerinin özgün yanlarından bahsedecek olursak, bu eserlerin eksenini belirleyen temel soru devletin ve toplumun içinde bulunduğu “kötü” durumdan nasıl kurtulabileceğiydi. Kullanılan temalar genellikle aynıdır. İlk olarak, adaleti sağlama vazifesi bulunan hükümdarın bu görevi yerine getirmesi gerekliliğidir. “Sürüsüne” adil hükmeden bir “çoban” padişah ideali aynı zamanda kargaşanın giderilmesini sağlayacak yegâne unsur olarak padişahın görülmesi türün özelliklerindendir. Islahat lâyihası yazarları devletin bir “buhran” içinde bulunmasının sebebini eski kanun ve geleneklerin terk edilmesi olarak görmüşlerdir. Sundukları çözüm önerisi ise daha çok Yavuz Sultan Selim dönemi (1512-1520) ve Kanuni Sultan Süleyman döneminin (1520-1566) ilk yarısına atfedilen “altın çağ” düzeninin yeniden hayata geçirilmesiydi. Osmanlı ıslahat risalelerini özgün kılan bir diğer husus eserlerde kullanılan dildi. Yazarlar, Osmanlı Türkçesinin edebi zarafetini yansıtmakta ve İslâmî söylem konusunda Arapça ve Farsça kadar uygun bir dil olduğunu kanıtlamaya çalışmaktaydılar. (Howard, 2011, s. 202-203) Zikredilmesi gereken bir diğer özellik Osmanlı Devleti’nde şeriattan bağımsız olarak ortaya çıkan hukukun geniş kanun yapma faaliyeti, nasihatnameler tarafından sağlanan fikirleri izlemesidir. Eski Hind-İran siyaset teorisinden geldiği anlaşılan temel nazariye adalet dairesi adıyla anılmıştır. Buna göre, hükümdarın gücü askerî güce, askerî güç reayadan alınan vergiye, vergilerin artması ise adalete bağlıdır. Kısaca “adalet mülkün temelidir.” (İnalcık, 2017, s. 59) Nasihatname yazarları tarafından sıkça belirtilen bu kavram Osmanlı kanunlarının temel dayanağı idi. Dolayısıyla ideal hükümdar, egemenliğini korumak istiyorsa adaletle hükmetmelidir. 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıla ait nasihatnameleri bizim için bu kadar önemli kılan ise rüşvete merkezi bir yer verilmesindendir. Toplumun tüm kesimlerini etkileyen ahlakî çürümeden bahseden yazarlar, kanûn-ı kadîm’in ihlal edilmesinin ve yönetimdeki “bozulmanın” temel sebeplerinden birinin rüşvet olduğunu ileri sürerler. Mansıplar rüşvetle ehil olmayan kimselere tevcih edilmektedir. Azledilme korkusuyla görevlerinde kalmak için üstlerine rüşvet veren kişiler, verdikleri rüşveti çıkarmak için halka zulmetmektedir. (Öz, 2017, s. 112-114) Bu bağlamda zikredeceğimiz ilk eser, Lütfi Paşa (?- ö. 1563)’nın Asafnâme’sidir. Her ne kadar tez için belirlenen zaman diliminin dışında kalsa da rüşvet konusundaki yorumları ve kendisinden sonra ki eserleri etkilemesi bakımından burada kullanılmıştır. Asafnâme klasik siyasetname türüne aittir. Kanuni Sultan Süleyman döneminin (1520-1566) sadrazamlarından olan Lütfi Paşa tarih ve edebiyat alanında da eserler yazmıştır. (İpşirli, 2003, s. 235) 5 16. yüzyıl için önemli eserlerden bir diğeri Gelibolulu Mustafa Âli’nin Nushatü’-Selâtin’i5 dir. Çeşitli idari mevkilerde bulunan ve tarihçiliği ile ön plana çıkan Mustafa Âli, çabalarına rağmen arzuladığı üst kademelere gelememiştir. Osmanlı düzenini eleştirmesinde ve kötümser tavrında kendi hayal kırıklıklarının rol oynadığı öne sürülmüştür.6 Nushatü’s-Selâtin, Asafnâme gibi klasik bir siyasetname değildir. Bu bakımdan Osmanlı nasihatname türünün öncü eserlerinden sayılmıştır. (Öz, 2017, s. 24) Yazarı bilinmeyen ve III. Murad’a (1546-1595) sunulan Hırzü’l-Mülûk’ da ise sırasıyla padişahın, vezirlerin, beylerbeylerinin, askerîn ve son olarak ulemanın durumu ele alınmıştır. Rüşvetin devletin her kademesinde yaygınlaştığını vurgulayarak, padişahın yönetimde etkin biçimde yer almasıyla rüşvetin önlenebileceği belirtilir.7 Kullanacağımız bir diğer eser, Hasan Kâfî el-Akhisârî’nin (1544-1616) Usûlü'l-hikem fî nizâmi'l-âlem’idir.8 Bosna-Hersek’in Akhisar (Prusac) kasabasında doğan Hasan Kâfî, eğitimine on iki yaşındayken başladı. Medrese eğitimi için 1566 yılında İstanbul’da gitmiş, Kemalpaşazâde’nin talebesi olan Hacı Efendi Kara Yılan’dan ders almıştı. Eğitimini tamamladıktan sonra memleketi Akhisar’a dönüp birçok kitap yazdı ve sonrasında Akhisar kadısı oldu. (1583) En çok bilinen eseri olan, Usûlü'l-hikem fî nizâmi'l-âlem’i Eğri ve Haçova seferlerinden sonra devlet adamlarına sundu. Daha sonra eserini Türkçeye çevirip, III. Mehmed’e (1566-1603) takdim etmiş ve onun iltifatını almıştır. (Aruçi, 1997, s. 326) Eseri, giriş, mukaddime, dört ayrı bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır. İçerik olarak, Osmanlı sisteminin hatalarını ortaya koyarak ekonomik, sosyal, siyasî ve askerî sorunlara yer vermiştir. (İpşirli, 1981, s. 250) 17. yüzyılda ilk bahsedeceğimiz eser II. Osman’a (1604-1622) sunulan Kitâb-ı Müstetâb’dır. Yazarı bilinmemekle birlikte diğer risalelerin çoğunlukla üstünde durduğu gibi bozulmayı III. Murad’ın saltanat yıllarına dayandırır. Osmanlı kurumlarındaki “bozulmanın” ‘kanun-ı kadim’e uyulmamasına bağlayan yazar, ‘daire-i adlîye’ye atıf yaparak ülkenin ancak reaya hazine ve askerle ayakta kalacağını belirtir. (Yücel, 1988, s. 18) 5 Burada Faris Çerçi’nin hazırladığı neşir kullanılmıştır. (Nushatü’s-Selâtin, 2015, İstanbul) 6 Yazar ve eserleri için ayrıntılı bilgi için bkz. Cornell Fleischer, Tarihçi Mustafa Âli Bir Osmanlı Aydını ve Bürokratı, Çeviren: Ayla Ortaç, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2013 7 Hırzü’l-Mülûk’ün tam metni Yaşar Yücel’in Osmanlı Devlet Teşkilâtına Dair Kaynaklar: Kitâb-ı Müstetâb, Kitâbu Mesâlihi’l Müslimin ve Menâfi’i il- Mü’minîn, Hırzü’l Mülûk adlı kitabında ve Ahmed Akgündüz’ün Osmanlı Kanunnameleri ve Hukukî Tahlilleri adlı eserinin 8. cildinde yer almaktadır. 8 Akhisari ve eseri için bkz., Mehmet İpşirli, “Hasan Kâfî el-Akhisârî ve Devlet düzenine Ait Eseri Usûlü’l-Hikem Fî Nizâmi’l-Alem”, Tarih Enstitüsü Dergisi, sayı. 10-11, s. 239-247; Fatih Yeşil, “Tedbirden Adalete: Tursun Bey ve Hasan Kâfî el-Akhisârî’nin Kaleminden Osmanlı Siyaset Düşüncesinin Evrimi”, M. Öz-F. Yeşil (Ed.), Ötekilerin Peşinde Ahmet Yaşar Ocak’a Armağan, İstanbul, 2015, s. 535-555. ; Rıdvan Bayer, “Hasan Kâfi Akhisarî’nin Hayatı Ve Siyasetname Alanı İle İlgili “Usûlü’l-Hikem Fî Nizâmi’l-Alem” Adlı Eseri Üzerine Bir Değerlendirme”, Hikmet Yurdu Düşünce-Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, c. 4, s. 4, s. 131-145 6 Bir diğer ıslahat lâyihası, -bu türün belki de en çok bilineni- Koçi Bey risalesidir. Söz konusu risale Koçi Bey’in yazdığı telhislerden oluşmaktadır. (Koçi Bey, 2011) IV. Murad’ın ıslahatlarında rol oynayıp oynamadığı tartışmalı olsa da bu risale 17. yüzyılda ki durumu kavramak açısından önemlidir. IV. Murad’ın “musahib” ve “mahrem-i esrarı” (Koçi Bey, 2011, s. 18) olan Koçi Bey’in hayatı hakkında kesin ve net bilgiler yoktur.9 Koçi Bey, risalesinde “bozulmanın” ilk olarak Kanuni zamanında (1520-1566) başladığını asıl bozulmanın ise III. Murad zamanında olduğunu belirtir. (Koçi Bey, 2011, s. 144-147) Ayrıca, tımar sisteminin bozulması, kapıkullarının durumu ve ulemayla ilgili ayrıntılı analizlere yer verir. Eserin konumuz açısından önemli olan yönü rüşvetin tüm karışıklıkların, halkın, ülkelerin harap olmasının ve hazinenin eksilmesinin sebebi olarak ele alınmasıdır. 17. yüzyılda yazılan diğer bir risale, Veliyüddin telhisleri, Koçi Bey’e mâl edilmiştir ve IV. Murad’a sunulmuştur.10 (Murphey, 1979) Buradaki yedi telhisten üçü Koçi Bey risalesinde yer almaktadır. Koçi Bey risalesindeki gibi bütün karışıklıkların sebebi olarak rüşvet görülür. Rüşvetin önlenmesi için yine benzer olarak beylerbeyinin ömür boyu görevde kalması ve suçları kesinleşmeden cezalandırılmamaları tavsiye edilir. Yazara göre mansıpların ehil kişilere verilmesi halinde rüşvetçilik ortadan kalkacaktır. İnceleme kapsamında yer verilecek olan bir başka eser, Kâtip Çelebi’nin (1609-1657) kaleme aldığı “Düsturü’l Amel li Islahi’l Halel”idir. Burada yazar devlet ve toplum hayatı, reaya, asker ve hazinenin durumunu açıkladıktan sonra sonuç kısmında çözüm önerilerini sunar. (Gökyay, 1968, s. 22, 23) Eserin neticetü’n netice kısmında Koçi Bey’e benzer olarak rüşvet alınmaksızın ehil kişilerin göreve tayin edilmelerini ve uzun süre görevden alınmamaları gerektiğini aktarır. (Gökyay, 1968, s. 68) Kâtip Çelebi’nin hayatıyla ilgili bilgileri kendi eserlerinden öğrenmekteyiz. Kısaca değinmek gerekirse, kendisini “Mustafa İbn Abdullah eş-şehîr Hacı Halife ulema arasında Kâtip Çelebi demekle meşhur” olarak tanıtmıştır. “Zarif” ve “ârif” yani iyi yetişmiş kültür sahibi bir kişi olmakla birlikte sarayın yüksek kültür adamlarından sayılırdı. 9 Koçi Bey’in hayatı hakkında bilinenler, 19. yüzyılın ikinci yarısında risâlelerinin ilkinin basımı sırasında ortaya çıkan bazı tahminlerden ibarettir. (Akün, 2002, c. 23, s. 43) Arnavuttur. Göriceli olduğu iddia edilse de bu husus kanıtlanamamıştır. “Koçi” adı aslında onun lakabıdır. Asıl adı Mustafa Bey olarak geçer. (Koçi Bey, 2011, s. 18) “Koçi Bey” sözünün bir lakap değil, doğrudan 15. ve 16. yüzyıllarda kullanılan bir ad olduğu iddiası da mevcuttur. (Akün, 2002, c. 23, s. 44) Kendisi I. Ahmed zamanından (1603-1617) IV. Murad zamanına kadar (1623-1640) Enderun’da değişik odalarda bulunmuş, IV. Murad zamanında Hasoda’ya alınmıştır. IV. Murad’a düşüncelerini çekinmeden aktarması ve kullandığı tenkidî üslup onun padişaha çok yakın bir kişi olduğu izlenimi yaratıyor. Koçi Bey, I. İbrahim zamanında (1640-1648) sarayda görev alır. Sultan İbrahim, Koçi Bey’den kendisine de bir risale hazırlamasını ister. Saraydan ne zaman uzaklaştırıldığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Net olmamakla birlikte 1650’li yılların başında öldüğü tahmin edilmektedir. (Koçi Bey, 2011, s. 19) 10 Veliyüddin telhisleri için bkz. Rhodas Murphey, “The Veliyuddin Telhis: Notcies on the Sources and Interrelations between Koçi Bey and Contemporary Writers of Advice to Kings”, Beletten, Cilt 43, 1979, s. 547- 571. 7 Kadızâdeliler tartışmalarının en hararetli dönemlerini yaşamıştı. Ancak o “kuru kavgalardan” uzak kalmış, huzur yanlısı olmuştu. (İnalcık, 2015, s. 133) IV. Murad’ın Revan seferine (1635) katılarak kâtiplik görevinde bulunur. Kâtipliği sırasında devletin sorunları üzerinde tespitlerini sürdürür. (İnalcık, 2015, s. 133) Kâtip Çelebi, tarih, coğrafya, felsefe, din, biyografi ve bibliyografya gibi birçok alanda eser verdi.11 Müelliflerini bilmediğimiz ve 17. yüzyılda kaleme alınan Kitâbu Mesâlihi’l Müslimîn ve Menâf’i’l- Müminîn (Yücel, 1988). 1639’da Veziriâzam Kemankeş Kara Mustafa Paşa’ya (d. 1592-ö. 1644) sunulur.12 Söz konusu risalenin yazarı diğer risalelerden farklı olarak çözümü eskiye dönüşte görmez. Yazar, her zamanın kendi şartları olduğunu belirterek eskiye dönüşün fayda vermeyeceğini savunur.13 Hezarfen Hüseyin Efendi’nin14 (1600-1679) Telhîsü’l Beyân fî Kavânîn-i Âli Osman’ı15 da zikredilmesi gereken kaynaklar arasındadır. (Hezarfen Hüseyin Efendi, 1998) İstanköy doğumlu olan Hüseyin Efendi daha sonra İstanbul’a gelerek eğitimini tamamladı ve Vezîriâzam Fâzıl Ahmed Paşa’nın (1635-1676) himayesine girdi. (Hezarfen Hüseyin Efendi, 1998, s. 544, 546) İbranice ve Grekçe bilen Hüseyin Efendi, aynı zamanda bir kütüphane kurucusuydu. Köprülü Fazıl Ahmed Paşa himayesinde Sultan IV. Mehmed’e (1642-1693) tarih hocalığı yapmış, kısa süre Divân kâtipliğinde bulunmuş, Kâtip Çelebi gibi devlet kanunları ve daireleri üzerinde topladığı geniş bilgiler dolayısıyla devlet adamları ve yabancılar nezninde aranan bir şahsîyet olmuştu. Ayrıca, Avrupa tarihi ve kültürüne ilgi duymuştu. (İnalcık, 2015, s. 153) Hüseyin Efendi, Telhîsü’l Beyân fî Kavânîn-i Âli Osman adlı risalesinde Kâtip Çelebi ve Lütfi Paşa’nın nasihatnamelerinden etkilenir. Hüseyin Efendi, ıslahat çalışmalarının yararsız olacağına inanır. Telhîsü’l Beyân’da genel olarak yazara ait özgün kısımlar az olup, derleme niteliği taşır. Eserinde diğer 17. yüzyıl ıslahat risalelerinde olduğu gibi, geleneksel ıslahat 11 Bilinen eserlerinden bazıları: Tarih: Arapça Fezleke (Fezleket akvâl’l-ahyâr fi ilmi’t-târîh ve’l-ahbâr) Türkçe Fezleke, Tarîh-i Frengi tercümesi, Tuhfet’ül-kibâr fi esfâri’l-bihâr, Takvîmü't-tevârih, Tarîh-i Kostantaniyye ve Keyasire (Revnaku’s-saltana) İrşadü’l-Hıyâfâ ila Tarihi’l-yunun ve’r-Rûm ve’n-Nasârâ (Yunan ve Hıristiyan Târihi Hakkında Doğrulukları Gösterme), Coğrafya: Cihannüma, Levâmiu’n-nur fi zulmeti Atlas Minur, Bibliyografya: Keşfü'z-zunûn, Din: Mîzânü'l-Hakk fi ihtiyâri'l-ahakk, Diğer: Tuhfetü’l-ahyâr fi’l-hıkem ve’l-eş’âr, Tütün Risalesi (Gökyay, 2002, s. 36-40) 12 Baki Tezcan, bu kaynağın 16. yüzyıla ait olduğunu ileri sürmüştür. (Tezcan, 1999) 13“Evvelden olagelmiştir dimek fâide vermez, ol zaman bu zamana uymaz. Ol zamanda bu fesadlar yoğimiş, şimdi halk bir yozdan dahî olmuşdur, her husus zamanına göre evladır. (Yücel, 1988, s. 102) 14 Osmanlı Devleti’nde çeşitli ilimleri öğrenip, devlet adamlarının hizmetine girenlere hezarfen (bin ilim sahibi) denirdi. Evliya Çelebi ve Hezarfen Hüseyin Efendi, 17. yüzyılda buna uygun örneklerdir. 15 Eser, Sevim İlgürel tarafından neşredilmiştir. Çalışmamızda bu neşir kullanılacaktır. Hezarfen Hüseyin Efendi. Telhîsü’l Beyân fî Kavânîn-i Âli Osman. Hazırlayan: Sevim İlgürel, TTK Basımevi, Ankara, 1998. 8 düşüncesi benimsenmiş olup, eski kanunlar yüceltilmiş, “altın çağa” duyulan özlem vurgulanmıştır. (Öz, 2017, s. 99) Rüşvet ile ilgili olarak kullanılacak bir başka önemli kaynak grubu kadı sicilleri ve kanunnamelerdir.16 Her ikisi de hukuk ve bunun gündelik hayattaki uygulanmasına dair veriler sunarlar. Burada yayınlanmış olan İstanbul, Galata, Üsküdar sicil kayıtlarından yararlanarak rüşvetin hukukî, toplumsal ve kültürel boyutu incelenmeye çalışılmıştır.17 Bunlardan başka mühimme defterleri de önemli bir kaynak grubudur. Divân-ı Hümayûn toplantılarında müzâkere edilen dahilî ve haricî meselelere ait siyasî, askerî, içtimaî ve iktisadî önemli kararların kaydedildiği bu defterlerde özellikle kadılarla ilgili rüşvet olaylarına dair çok sayıda veriye ulaşmak mümkündür. Rüşvete dair kullanılacak kaynak grubu içinde kronikleri de unutmamak gerekiyor. Zira kroniklerde zaman zaman rüşvetle ilgili kayıtlara rastlanabilmektedir. İlk olarak zikredilebilecek eser Peçuylu İbrahim Efendi’in Peçevi Tarihi’dir. 1574’te Macaristan'da Pecs (Hırvatça Peçuy) şehrinde doğdu. Genellikle Peçevi unvanıyla anılır. Peçevi Tarihi olarak adlandırılan eserini, 1640’ta yazmaya başlamıştır. Aslında Kanûnî devrinin savaşlarını içeren bir gazavâtnâme yazmayı düşünmüş, eserin ilk halini 1641’de Budin Beylerbeyi Mûsâ Paşa’ya sunarak onun görüşlerine başvurmak amacındaydı. Eserini 1593’ten başlayarak kendi notlarına, adıyla zikrettiği Osmanlı tarihçilerine ve diğer tanıkların bilgilerine dayanarak yazmıştı. Ancak Budin Beylerbeyinin tavsiyesi üzerine daha kapsamlı bir eser yazmaya karar vermişti. Kanûnî Sultan Süleyman döneminden itibaren kendi dönemindeki hadiseleri eklemiş ve barış antlaşmalarına yer vermiştir. Eser son hâlini aldığında, Kanûnî Sultan Süleyman’ın tahta geçişinden (1520) IV. Murad’ın vefatına kadar ki (1640) dönemi içermekteydi. Kaynakları arasında Celâlzâde Mustafa, Gelibolulu Mustafa Âli, Kâtib Mehmed Zaîm, Tiryâkî Hasan Paşa, Tımışvar muhafızı Vezir Halil Paşa, Hasanbeyzâde Ahmed Paşa, Seydi Ali Reis, Hadîdî, Mustafa Cenâbî, Seydi Ali Reis gibi isimler bulunmaktaydı. (Hancz, 2007, s. 216-218) Târîh-i Selânikî’de (Selânikî, 1989) Osmanlı Divânına bağlı bir kâtip olan Selânikî Mustafa Efendi dönemindeki olaylar üzerine önemli ayrıntılar sunmuştur. Selânikî’nin eseri Kanuni Sultan Süleyman devrinden (1520-1566) I. Ahmed devrine (1604-1617) kadar olan olayları 16 Ahmed Akgündüz’ün Osmanlı Kanunnameleri ve Hukukî Tahlilleri (İstanbul, 1990) adlı çalışmasındaki rüşvetle ilgili kısımlardan faydalanarak adı rüşvet ve yolsuzluklarla anılan görevliler ile ilgili devletin bakış açısı ortaya konmaya çalışılacaktır. Bu hususta ilerleyen bölümlerde yer verilecek 9. ciltteki I. Ahmed Devri Anadolu Eyalet Adaletnamesi önemlidir. 17 M. Akif Aydın tarafından yönetilen İstanbul, Galata ve Üsküdar Kadı Sicilleri 40 cilt halinde yayınlanmıştır. (www.kadisicilleri.org) 9 kapsamaktadır. Kendi gözlemlerini içeren özgün bir kaynak olmasının yanında defterdarlıktaki hizmetleri dolayısıyla mâliye alanında önemlidir. Öte yandan, idaredeki kargaşa ve yolsuzluklara da yer verilmiştir. Rüşvetle ilgili verdiği en önemli ayrıntı, rüşvetçiliği ile ünlenen Yahudi Kethüda Kira ile ilgilidir. (Selânikî, 1989, s. 856) Bir başka önemli eser Mustafa Naima’nın Târih-i Naima’sıdır.18 Naima’nın 1592-1660 yılları olaylarını kapsayan eseri kendinden önce yazılmış vekâyinâmelerin derlemesi niteliğindedir. İstifade ettiği kaynaklar arasında Kâtib Çelebi, Peçuylu İbrâhim, Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi ile Nişancı Abdi Paşa, Îsâzâde, Mehmed b. Mehmed Edirnevî, Mehmed Halîfe, Hüseyin Tûgī, Topçular Kâtibi Abdülkadir Efendi, Cenâbî Mustafa Efendi ve Âlî başta gelir. (İpşirli, 2006, s. 317) Naima, olayları aktardıktan sonra sık sık kendi eleştirilerine yer verir. Bu parçaları bir araya getirerek onun görüşlerini bir 17. yüzyıl tarihçisinin görüşleri olarak incelemek mümkündür. (İnalcık, 2015, s. 337) Mustafa Naima Efendi’nin tarihinde dönemin rüşvet olaylarıyla ilgili de sıkça bilgi verilmiştir. Bu yönüyle oldukça önemlidir. 19 Kâtip Çelebi’nin Fezleke’si (Kâtip Çelebi, 2007) de burada kullanılan kaynaklardandır. 1653 yılında yazımına başlanmıştır. 1591-92 yılındaki olaylardan başlayan Fezleke, İbşir Mustafa Paşa’nın 1654 yılında sadrazamlığa atanmasıyla sona erer. İsâ- zâde Tarihi (İsâ-zâde, 1996) yazarı, Üsküp ve Medine kadılıklarında bulunmuştur. 1654- 1693 tarihli olayları kapsamakta olup, genelde derleme bir tarihtir. Eserin büyük bölümü, çeşitli medreselerde müderrislik yaptıktan sonra Süleymaniye müderrisliğinden Selânik kadılığına geçen, azledilmesinin ardından 1689’da vebadan ölen oğlu Îsâzâde Mehmed Aziz tarafından yazılmıştır. Mehmed Halife’nin Târih-i Gılmânî’si, yine tezimizde kullanılan kaynaklar arasındadır. (Mehmed Halife, 2000) Enderun’da seferli odasında yetişmiş bir iç oğlanı olan Mehmed Halife, 18 1655 yılında civarında Halep’te doğdu. Asıl adı Mustafa’dır. Daha çok tanındığı adı Naîmâ, devlet hizmetine girdikten sonra geleneğe uyarak Divân kâtipliği sırasında aldığı mahlasıdır. Halep’te yerleşmiş bir yeniçeri ailesine mensuptur. Dedesi Küçük Ali Ağa ve babası Mehmed Ağa yeniçeri serdarlığı yapmış ve bölgenin nüfuzlu şahsîyetleri arasında yer almıştır. İlk eğitimini Halep’te aldıktan sonra 1680 yılı civarında İstanbul’a giden Naîmâ, ailesinin nüfuzu sayesinde İstanbul’da Sarây-ı Atîk baltacıları zümresine girdi. Burada bir taraftan sarayda yetişirken diğer taraftan Beyazıt Camii’nde derslere katıldı. 1686’da Dîvân-ı Hümâyun kâtipleri arasına girdi. Kalaylıkoz Ahmed Paşa’nın Divân kâtipliğini yaptıktan sonra Râmi Efendi’nin aracılığıyla ilim ve sanat erbabının hâmisi olarak tanınan Amcazâde Hüseyin Paşa’nın himayesine girdi ve onun desteğini aldı. 1700 yılında başka bir göreve geçti. Belgelerde açıkça zikredilmeyen yeni görevinin vakanüvislik olduğu kuvvetle muhtemeldir. Naima’nın, Amcazâde Hüseyin Paşa tarafından 1702 yılından önce bu göreve getirildiği bilgisi de bu durumu teyit eder niteliktedir. İlk vakanüvis olduğuna dair yaygın görüş, halefi Râşid Efendi’nin onu vakanüvis olarak adlandırmasıyla güçlenmektedir. (İpşirli, 2006, s. 316) 19 Daha önceleri birkaç defa yayınlanan Târih-i Naima’yı son olarak Mehmet İpşirli, 2007 yılında yayınlamıştır. Târih-i Naima’ya Osmanlıca terimler ve lügatler üzerinde bir bölüm ve ayrıntılı bir dizin ilave ederek, eserin kullanımında yararlı bir katkıda bulunmuştur. 10 1636’da IV. Mehmed döneminde ocak ağalarının hizmetine girmiştir. Kösem Sultan’ın katlinin (1648) ve Çınar Vakasının (1651) tanığıdır. Olayların görgü tanığı olması bakımından eseri oldukça önem taşır. Araştırmalara gelince, Osmanlı Devleti’nde rüşvetçilik konusunda bilinen en önemli çalışma ise, Ahmet Mumcu’nun Osmanlı Devleti’nde Rüşvet adlı eseridir. (Mumcu, 2005) Bu alanda temel referans kabul edilen çalışmasında Mumcu, rüşveti İlkçağdan günümüze kadar ki süreye yaymaktadır. Böylece Osmanlı Devleti öncesi ve çağdaşı devletlerdeki rüşvet olayları da buradan takip edilebilmektedir. Kapsamlı bir eser olmakla birlikte esasen rüşvetin hukukî boyutu öne çıkarılmış olup esasen Batılı elçiler ve seyyahların görüşlerine dayanmaktadır. Bilindiği kadarıyla Osmanlı Devleti’nde rüşvet konusunu ele alan yegâne eserdir. Dolayısıyla buradan geniş ölçüde faydalanılmıştır. Fakat ondan farklı olarak, belirli bir zaman dilimi ile sınırlarken meseleye sosyal tarih perspektifi ile çok yönlü olarak yaklaşmayı deneyeceğiz. Son olarak, şunu vurgulamalıyız ki yukarıda bahsedilen kaynak gruplarından seçilecek bir rüşvet olayından büyük genellemeler yapmaktan kaçınılacaktır. Bu bağlamda tezin birinci bölümünde rüşvet kavramı teorik ve tarihsel gelişimiyle, ikinci bölümde hukukî yönü ile işlenecektir. Aynı zamanda İslâm ve Osmanlı hukukunda rüşvetin yerinin tartışılmasının ardından hukukun temsilcisi olarak kadıların rüşvet ilişkilerine yer verilecektir. Üçüncü bölümde, rüşvet alan ve rüşvet veren kimselerin aralarındaki ilişki ortaya konulacak ve bu ilişkideki gizlilik esası vurgulanacaktır. Devamında rüşvetin Osmanlı Devleti’ndeki sebeplerine değindikten sonra dördüncü bölümde rüşvet konusunda üzerinde durulması gereken önemli bir husus olan hediye-rüşvet ilişkisine yer verilecektir. Burada ele alınan dönemde günümüzden bakarak rüşvet olarak adlandırabileceğimiz bazı durumlar aslında gelenekselleşmiş hediye kurumunun yanlış yorumlanmasından ibaret olup olmadığı sorusu tartışılacaktır. İtiraf etmeliyiz ki bu ikisinin sınırlarını çizmek ve neyin hediye neyin rüşvet olduğunu belirlemek zordur. Ancak, bu farkın ortaya konması oldukça önemlidir. Bu sebeple hediye-rüşvet ilişkisini ve ikilemini ayrıca ele almak gereklidir. Beşinci bölümün konusu ise 17. yüzyılda adı rüşvetçilikle anılmış devlet yöneticileri ve bunlarla ilgili rüşvet olaylarıdır. 11 1. BÖLÜM: KAVRAMSAL VE KRONOLOJİK BİR KURGU İLE RÜŞVET Modern literatürde rüşveti toplumsal sistemin içine yerleştiren görüşler mevcuttur. Buna göre rüşvet; ağır, irrasyonel ve gayri ekonomik çalışan bürokratik mekanizmayı harekete geçirir ve işlerin çabuk yürütülmesini sağlar. Hattâ daha ileri gidilerek rüşvet ilişkisinin bürokrasinin etkinliğini arttıran ve karar vericinin görevini yerine getirmesini sağlayan bir etkileşim oluşturduğu iddia edilir. (Tekeli, Şaylan, 1974, s. 99) Rüşvet olaylarının olumlu taraflarını sunanların bir diğer gerekçesi de makamı satın almak için rüşvet verenlerin bu parayı çıkarmak için daha çok çalışacağı ve bu şekilde etkinliğin arttırılacağıdır. Ancak Osmanlı Devleti örneğinde görüleceği üzere parayla makam satın alan kişi rüşvet parasını çıkarmak için daha büyük yolsuzluklara başvurabilmekte ve bu durum bir kısır döngü halini alabilmektedir. Osmanlı Devleti’nde rüşvetin en çok görüldüğü alan ise tayin ve terfilerdir. Makamın satılması olarak da adlandırabileceğimiz bu durum siyasetin içindeki rüşvetin bir türüdür. Bununla birlikte yolsuzluğu açıklayan pek çok tanımda yolsuzluk ve rüşvet aynı anlamda kullanılmıştır. Yolsuzluk, en genel tanımıyla devlet görevinin şahsî çıkarlar için kullanımıdır. Bu çıkarlar, rüşvet, irtikâp, adam kayırmacılık ve zimmet gibi kavramlarla ifade edilmiştir. Rüşvet, yukarıda adı geçen diğer yolsuzluk türleri gibi kişisel çıkar sağlama ve görevin kötüye kullanımı sonucu doğduğu için bu kavramlar temelde aynı olguyu ifade etmektedir. (Meriç, 2002, s. 73) Rüşvet kavramanın açıklanmasından önce genellikle aynı anlamda kullanılan kavramlar olan rüşvet ile irtikâp suçunun farklarını ortaya koymakta fayda vardır. Bu iki kavram, çoğu zaman aynı anlamda kullanılmakla birlikte aralarında bazı farklar bulunmaktadır. İrtikâp, memurun kişiye yaptığı manevî baskı sonucu kendisini haksız menfaat sağlamasıdır. (Meran, 2008, s. 170) Rüşvet ve irtikâp arasındaki bir diğer fark, irtikâbın tek failli, rüşvetin ise aşağıda değinileceği üzere çok failli bir suç olmasıdır. Bununla beraber, devlet görevlisine menfaat sağlayan kişi rüşvette suçlu sayılırken, irtikâpta sayılmaz. Zira rüşvet suçunda rüşveti veren kişi kendi çıkarı için devlet itibarına gölge düşürecek bir teşebbüste bulunurken, irtikâpta bu kişinin kendisine çıkar yaratma hedefi bulunmaz. Bir diğer fark, irtikâp suçunda mağdur, bir memura cebren menfaat temin etmiştir. Rüşvette ise karşılıklı anlaşma bulunmaktadır. Bu anlaşmaya rüşvet sözleşmesi adı verilmiştir. İrtikâpta böyle bir sözleşmeye gerek duymaksızın devlet görevlisi, karşısındakinden haksız menfaat elde eder. (Berkman, 1983, s. 25) 12 Tarih boyunca hemen hemen her yerde ceza konusu olan rüşvetin, lügat anlamı “yaptırılmak istenen bir işte kanun dışı kolaylık sağlanması için bir kimseye mal veya para olarak sağlanan çıkardır.” Karşılıklı çıkar teminine ve iltimasa dayandığı için musânaa (karşılıklı iyilik yapmak) ve muhâbât (kayırmak) kelimeleriyle de ifade edilmiştir. (Köse, 1998, s. 303) Hukukî anlamda en genel biçimde rüşvet, “yetkili birisine başkası tarafından toplumun usül ve kurallarına aykırı bir tarzda menfaat temin edilerek veya sağlanarak bir işin yaptırılmasıdır.” (Küçükince, 2010, s. 57) Rüşvet tanımı ve kapsamı bakımından genellikle kamu görevlileriyle bağdaştırılan bir suçtur. Halk dilinde kamu görevlileri dışındakilerde bu kapsam içine alınsa da hukukçular rüşveti kamu hizmetlileri tarafından işlenen bir suç olarak kabul etme eğilimindedirler. (Mumcu, 2005, s. 11) Verilen rüşvetle normal yollardan yapılacak bir iş, ayrıcalık sağlanarak daha kolay hale getirilmektedir. Böylece eşit konumdan ayrıcalıklı konuma geçilerek haksız çıkar elde edilir. Buradan hareketle rüşvet, kamu görevlilerinin kendine sağlanan menfaat karşılığında işini çabuklaştırması veya tamamen durdurması anlamına gelen bir yolsuzluk davranışı olarak açıklanabilir. (Ergun, Bozkurt, 1998, s. 214) Rüşvetin bu şekilde sadece kamu görevlilerine mâl edilmesi, “dar anlamda rüşvet” olarak tanımlanmaktadır. Rüşveti kamu görevlileri dışına çıkararak geniş anlamda ele almak rüşvetin tanımını ve kapsamını çok fazla genişleteceğinden genelde dar anlamdaki tanımı kabul görmüştür. (Mumcu, 2005, s. 16) Rüşveti alan kamu görevlisi dışında biri olduğunda bu suç “inancı kötüye kullanma” ve “dolandırıcılık” suçları kapsamında değerlendirilmektedir. Bununla beraber rüşveti geniş anlamda ele almak gerektiğini savunan görüşler de mevcuttur. Kamu görevlilerinin işlediği rüşvet suçunun iki farklı tanımı söz konusudur; kanuna uygun işleri bedel karşılığı veya yasak işleri bedel karşılığı yapmak. (Bulutoğlu, 1970, s. 410) Bu açıdan bakıldığında en önemli rüşvet olayları yöneticiler ve kamu görevlilerince işlense de kişinin rüşvet alması için kamu görevlisi olmasına gerek yoktur. (Philps, 1984, s. 623) Burada ise, bir taraftan en büyük ve en önemli rüşvet suçlarının kamu görevlileri ve yöneticiler tarafından işlenmesi diğer taraftan da geniş anlamdaki rüşvet tanımının konunun sınırlarını çok genişletmesinden dolayı dar anlamdaki tanım kabul görmüştür. Rüşvet kavramı, vazifelinin vazifesini kötüye kullanması hususunda bir ikna süreci içerir ve bu süreç sonunda vazifeli ikna edilirse karşısındakilere ayrıcalık sağlamayı kabul etmiş olur. Bu bakımdan yetkinin kötüye kullanılmasını ikiye ayırabiliriz. Birincisi, kamusal işlerin hızlı bir şekilde yerine getirilmesi için görevin kötüye kullanımıdır. İkincisi, kanunun yasakladığı bir eylem için görevin kötüye kullanımıdır. Birinci türdeki görevi kötüye kullanmaya “hafif rüşvet”, ikincisine ise “ağır rüşvet” tanımlaması yapılmıştır. (Aktan, 1999, s. 23) Tüm bunlardan hareketle yasaklanmış bir eylem için verilen rüşvet, yasaklanmamış olandan daha 13 fazla risk taşıdığından dolayı “ağır rüşvetin” fiyatı “hafif rüşvetten” daha fazladır. (Aktan, 2001, s. 54) Yetkinin çıkar karşılığı kötüye kullanılmasından doğduğu için rüşvet, toplumsal, siyasî, bürokratik ve ahlakî yapıdan ayrı düşünülemez. Ayrıca yolsuzluğun hakîmiyeti altına giren toplumlarda gizliliğe gerek duyulmaz. Yolsuzluk şahsî çıkarların toplumsal çıkarlara tercih edilmesi esasına dayanır ve genellikle büyük çaplı yolsuzluk ve rüşvet olayları ekonomik sıkıntılardan çoğunlukla en az zarar gören kesim tarafından uygulanır. Bunlar bürokratlar ve yöneticiler olabilir. Bu kesimde rüşvetin artması sonucu para değer kaybedip fiyatlar tırmanışa geçer. (El-Attas, 1988, s. 52) Tüm bunların sonucunda rüşvet olayları içerisinde boğulup kalmış bir ülkede rüşvet almaya alışmış bürokratlar, iyi niyetli devlet adamlarının da gayretlerini boşa çıkarıp rüşvet çarkının dönmesine engel olacak kişiyi sistemden uzaklaştırırlar. Rüşvet olaylarının ördüğü ağ öylesine karışıktır ki dürüst ve iyi niyetli kişiler de bu ağa takılmaktan kurtulamazlar, direnirlerse sistemin dışına itilirler. Bu sebepten dolayı rüşvet almayanlar da kendini bu çarkın içerisinde bulabilirler. Özetle, sınırlı kalmak kaydıyla engellenemez rüşvet olaylarının var olacağı kabul edilmiştir. Ahlakî donanımları gelişmiş yeterli sayıda insanın desteği ve çabaları olmaksızın rüşvet ve yolsuzluk olaylarının önüne geçmek imkânsız kabul edilmiştir. Ortaya çıkartılmasının işlenilmesinden daha zor olduğunu da göz önünde bulundurduğumuzda rüşvetin tamamen engellenemeyeceği açıktır. Tarih boyunca rüşvet hiçbir yerde tamamen engellenemediği için asıl hedef rüşveti en aza indirgemek olmuştur. Bu hususta işin ahlakî boyutu da önemlidir. Bu görüşü henüz 11. yüzyılda savunan Çinli reformcu Wang An Shih, yolsuzluklara kötü insan ve kötü kanunun zemin hazırladığını ileri sürmüştü. Wang An Shih’e göre, yolsuzlukların kol gezdiği toplumlardaki devlet kurumlarının faaliyetlerinde her işin bir resmi bir de gayri resmi tarafı vardır. Bununla beraber, kanunlara güvenerek sağlıklı hükümetlerin oluşturulabilmesini imkânsızdır. (El-Attas, 1988, s. 23) Wang, insanları ahlaklı olan ve ahlakı zayıf olarak ikiye ayırmış, ahlakı zayıf olanların devlette yükselmesiyle hiyerarşinin tüm kademelerinde bozulmaların başlayacağını öne sürmüştür.20 Yine ona göre, yolsuzluk ve rüşvet olaylarının engellenebilmesinin iki bileşeni vardı. Bunlar, moral değerleri 20 Wang An Shih bu hususta şunları belirtmiştir: “Devletin resmi görevlileri, görevleri için uygun kimseler değilken, yalnızca bu görevlileri kontrol edenlere güvenerek sağlıklı hükümetlerin oluşturulabilmesinin imkânsız olduğunu tarihin pek çok kereler kanıtladığını özellikle belirtmek istiyorum. Benzeri şekilde, devletin resmi görevlileri yerlerine lâyık kimseler oldukları halde, gereksiz birtakım kurallarla elleri kolları bağlı, iş yapamaz duruma düşürülmüşlerse, sağlıklı hükümetlerin vücut bulabilmesinin mümkün olamayacağını da bilmenizi istiyorum.” Wang An Shih’e göre iki insan tipi vardır, “Ahlakî değeleri vasat olan ve ahlakî değerleri yüksek olan insan. Farklı durumlar, şans rüzgârının getirdikleri ahlakî değerleri zengin olan insanları etkilemez. Tehlike, birincilerin yani ahlakî değerleri vasat olan kimselerin hükümetin kontrolünü ele geçirmeleriyle başlar. Bunların faaliyetlerine paralel olarak hiyerarşinin tüm kademelerinde yolsuzluk olayları birbirini takiben başlayabilir.” (El-Attas, 1988, s. 23) 14 yüksek yöneticiler ve rasyonel, etkili kanunlardı. Bunlardan biri olmazsa diğeri işlevini yitirirdi. Her ikisi de etkin biçimde işlemeliydi. (El-Attas, 1988, s. 24) Osmanlı ve İslâm dünyasında geniş ölçüde etkili olan İbn Haldun’un (1332-1406) fikirlerine bu çerçevede değinmek faydalı olacaktır. İbn Haldun’un yolsuzluk teorisine göre tüm yolsuzluklar gibi rüşvet de yöneticilerin lüks yaşama arzusundan ileri gelir. Lüks yaşamı sürdürebilmek için daha çok yolsuzluk yapılmakta, yolsuzluklar ekonomik güçlükler doğurmakta, sonuçta bu ekonomik güçlüklerde yeni yolsuzluklara kapı aralamak suretiyle süreci bir kısır döngü haline getirmektedir. (İbn Haldun, 2004, s. 553) Rüşvet, toplum ile devlet arasındaki anlaşmayı bozduğu gibi, iki tarafın birbirine duyduğu güven duygusuna ve halkın otoriteye karşı duyduğu saygıya büyük zarar verir. Halk, otoriteye karşı saygısını yitirir ve iki yabancı gibi olurlar. Bu açıdan bakıldığında rüşvetin, toplumsal sonuçlar doğurduğu için sosyolojik boyutu da önemlidir. Rüşvet, bir başka ifadeyle çıkar amaçlı girişilen illegal bir eylem olduğu için toplumsal sistemin belirlediği ahlak sınırlarının dışında kalmıştır. Rüşvetin sosyolojik boyutunu belirlerken esas olarak, toplumsal yapıyı ve o yapının içerisindeki güç hiyerarşilerini tanımak önemlidir. (Karagöz, 1997, s. 1184) Rüşvet olgusu, zaman ve mekân itibariyle evrensellik taşır. Ancak her toplumda içeriği ve işlerliğinin farklı olması toplumların rüşvete bakış açılarının değişebileceğini gözler önüne serer. Eğer sosyal doku, rüşvetin yayılmasına yol açacak nitelikteyse rüşvetle mücadele de bu toplumda zor olacaktır. (El-Attas, 1988, s. 63) Tarihsel süreçte de bu hep böyle süregelmiş daima rüşvet suçunu ortaya çıkarmak ve cezalandırmak üzere savunma refleksleri geliştirilmiştir. Yönetim içerisinde rüşvet alma olaylarının yaygınlaşmasının genellikle daha önce vuku bulmuş başka yolsuzlukların sonucu olmasından hareketle rüşvetin İlkçağdan beri var olduğunu ve cezalandırıldığı görülür. (El-Attas, 1988, s. 18) Eski İran ve Mezopotamya’da rüşvetin cezalandırıldığı bilinmektedir. Ünlü Pers kralı II. Kambises’in rüşvet alan bir yargıcın derisini yüzdürüp deriyi yargıç koltuğuna gerdirerek yeni yargıç olarak atadığı oğlunun hangi koltukta oturduğunu bilmesini öğütlemesi ibret verici bir hikâye olarak anlatılır. (Mumcu, 2005, s. 23) Yine Hamurrabi Kanunu’nun beşinci maddesi yargıcın rüşvet almasının cezalandırılmasına ilişkindir. Ceza ise, rüşvetin on iki misli olarak tanzimi ve yargıcın görevden el çektirilmesidir. (Küçükince, 2010, s. 35) İlkçağ Yunan toplumunda da rüşvetin önüne geçilememiştir. Güçlü gelenek ve kültürlerine rağmen “insanı servet yapar” düsturunu sıkı sıkıya bağlı kalan Yunan toplumunda memurların rüşvetçiliği oldukça fazlaydı. Adlî rüşvet ve memur tayininde rüşvet gibi rüşvetin özel biçimleri ayrı ayrı cezalandırılmıştır. (Mumcu, 2005, s. 33) Eski Yunanistan’da rüşvet suçunu işlediği sabit görülen birinin alacağı ceza hâkimin takdirine göre ölüm veya maddî cezalar olarak ikiye 15 ayrılmaktaydı. Hangi ceza verilirse verilirsin sonucu “ikinci derece şerefsizlikti”. Bunun anlamı medeni haklardan mahrum kalmak demekti. Atina’da rüşvetin önlenmesine yönelik ilginç yöntemler denenmiştir. Örneğin, yargıdaki rüşveti engellemek için mahkeme üyeleri son anda kura ile belirleniyordu. (Mumcu, 2005, s. 34) Roma Hukukunda ise rüşvetin gelişimi ve kapsamı değişimlere uğramıştır. Daha sonra ilk modern batılı kanunları da etkileyen Roma hukukunda rüşvet suçu diğer memurluk suçlarından ayrılmamıştır. Ancak rüşvetle mücadele o zaman için gelişmiş hukukî temellere oturtulmuştur. (Mumcu, 2005, s. 34-37) Bizans Devleti’nde de rüşvet suçuna rastlarız. Bununla ilgili bir örnekte 448 yılında Attila nezdine giden Bizans elçilik heyetinde kâtip olan Priskos, Hun başkentinde karşılaştığı bir Yunanlının şu sözlerini aktarır: "Balkan savaşında (441- 442) Hunlara esir düştüm. Burada savaş zamanları dışında herkes hürdür: Kimse kimseyi rahatsız etmez". Niçin memleketine dönmediği sorusuna Yunanlı şu cevabı vermiştir: "Bizans'ta harp sırasında kumandanların korkaklığı güzünden tehlikede olan halk, barış zamanlarında vergilerin ağırlığı, tahsildarların zulmü sebebiyle sefilâne yaşamaktadır. Orada fakir ezilir, zengin ceza görmez, her şey yargıçlar ve yardımcılarına verilen rüşvete bağlıdır. Bizans'ta hürriyet, kanun eşitliği yoktur." (Kafesoğlu, 2002, s. 169) Türk-İslâm devletlerinde de rüşvetin varlığına dair veriler mevcuttur. Ancak bunları sıralamak yerine burada sadece tarihi bağlar açısından Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklulara değinilmekle yetinilecektir.21 Selçuklularla ilgili rastladığımız ilk rüşvet olayı Sultan Tuğrul Bey dönemindedir (1040-1063). Arslan Desâsiri’nin isyanı (1055) sırasında ona yardım eden Mervanoğlu Nasr el Devle Ahmed, Sultan Tuğrul Bey’e affı için rüşvet göndermiştir. Nasr el Devle, kendini ancak yüz bin dinar karşılığı affettirebilmişti. (Merçil, 2007, s. 446) Sultan Alp Arslan dönemimde (1064-1072) kayda geçen bir rüşvet olayı da Vezir Amîd el-Mülk hakkındadır. Sultan Alp Arslan’ın tahta geçiş sürecinde Çağrı Bey’in oğlu Süleyman adına hutbe okutan Amîd el-Mülk daha sonra Alp Arslan’ın tahta geçmesiyle kendini affettirmek adına birçok defa rüşvet göndermiştir. Sultan, kendisini affetmeyerek kesin olarak öldürülmesini emretmiştir. Hatta, kendisini öldürmeye gelen gulama dahi rüşvet teklif ettiyse de öldürülmekten kurtulamamıştır. (Merçil, 2007, s. 447) Bu olayın bir benzeri yine Sultan Alp Arslan devrinde (1064-1072) görülmüştür. Huzistan Emîri Hezaresb, Sultan’ın kendisini öldürmesinden korktuğu için Vezir Nizâmülmülk’e 21 Selçuklularda rüşvet ile ilgili iki çalışma bulunmaktadır. Bunlar, Erdoğan Merçil’in “Selçuklular’da Rüşvet” makalesi ve Ahmet Mumcu’nun Osmanlı Devleti’nde Rüşvet çalışmasına dahil edilen kısa bir giriştir. Bu sebepten dolayı Selçuklular ile ilgili sadece bu iki çalışmadan istifade edilebilmiştir. 16 başvurmuş, ona kıymetli eşyalar ve paralar sunmuştur. Nizâmülmülk, Hezaresb’i Sultan’ın huzuruna götürmesiyle Sultan onu affetmiş ve öldürülmekten kurtularak ülkesine dönmüştür. (Merçil, 2007, s. 448) Bu iki olay bize rüşvetin ölümden kurtulmak için son çare olarak kullanıldığı ve bu yöntemin çoğunlukla başarılı olduğunu gösteriyor. Sultan Alp Arslan’ın ölümünden sonra tahta geçen Melikşâh ile saltanat mücadelesine giren amcası Kavurd, Türkmenlerden yardım almak istiyordu. Ancak, Melikşâh amcasından önce davranarak onlara beş yüz bin altın, giysi ve silahı rüşvet olarak vererek Türkmenleri kendi tarafına çekmeyi başarmıştı. (Merçil, 2007 s. 451) Bu kayıt, rüşvetin taht mücadelesindeki yerini anlamak açısından önemlidir. Melikşâh böylece tahtını sağlamlaştırırken, amcası Kavurd taht mücadelesini kaybetmiştir. Vezir Nizâmülmülk ile ilgili bir rüşvet hikâyesinde de Vezir, kendisi hakkında çıkan rüşvet aldığı, hazine ve halkın mallarını kullandığı ve köyleri kendi üzerine haksız şekilde tahsis ettiği iddiaları üzerine Sultan Melikşâh’a “hep bunlar sultanımındır ve onun için hazinede saklanmıştır” diyerek kendisi hakkında bu iddiaları ortaya atan kişileri hapsettirip gözlerine mil çektirmiştir. Melikşâh dönemindeki enteresan bir olay da devlet adamlarından Müstevfî Şeref el-Mülk Ebû Sa’d Muhammed b. Mansur El-Harezmi ile ilgilidir. Bu devlet görevlisi Divândan ayrılmak istemiş, ancak isteği kabul edilmemiştir. Bunun üzerine sultana yüz bin dinar vererek istifasını kabul ettirebilmişti. (Merçil, 2007, s. 456) Melilkşâh’ın ölümünden sonra oğlu Mahmud’u tahta geçirmek isteyen Terken Hatun’un en önemli kozu yine rüşvetti. Selçuklu emirlerini yanına çekebilmek adına hazineden bir milyon dinar rüşvet dağıtmıştı. (Merçil, 2007, s. 457) Diğer taraftan Nizamülmülk tarafından Berkyaruk sultan ilan edildi. İki taraf arasında 1093 yılında gerçekleşen savaşı Mahmud taraftarları kaybetmişti. Ancak savaş sonrası Azerbaycan hâkimi İsmail b. Alpsungur’a da rüşvet teklif eden Terken Hatun’un çabaları sonuç vermemiş, Berkyaruk tahta geçmiştir. (Merçil, 2007, s. 458) Bununla beraber Berkyaruk döneminde 1101 yılında Batınîler üzerine düzenlenen seferde gönderilen rüşvet sonucu kuşatma kaldırılmıştır. (Merçil, 2007, s. 460) Berkyaruk’un ölümünden sonra tahta geçen Muhammed Tapar, kaynakların ifadesiyle “para ve mal düşkünü” olarak bilinirdi. Veziri Hâce Ahmed’den ve yakınlarından rüşvet aldığı kaydedilmiştir. (Mumcu, 2005, s. 75-76) Büyük Selçuklu Devleti de diğer devletler gibi rüşvetle mücadele etmişti. Nizamülmülk, (1018- 1092) tespit edilen beş rüşvet olayına adı karışsa da (Merçil, 2007, s. 477) ünlü siyasetnamesinde rüşveti kötüleyerek mutlak adaleti savunmuştur. Nizamülmülk, memurların maaşlarının Beytülmâldan verilmesi gerektiğini, böylece “rüşvet ve hıyanete” 17 başvurmayacaklarını savunur. (Köymen, 1999, s. 45) Ayrıca memur ve kadılara verilen menşûrlarda22 rüşvetten kaçınmaları ihtar edilmişti. Yine Anadolu Selçuklularında devlet görevlilerince alınan-verilen rüşvetin örnekleri bulunabilir. Anadolu Selçukluları’nda “tuğraî” adlı menşur yazmakla görevli kimseye rüşvet verilirdi. (Merçil, 2007, s. 473) Menşûrun övgü dolu süslü kelimelerle yazılmasının halk üzerinde etkili olacağını düşünenler tuğraîye rüşvet verirlerdi. Bu devletle ilgili rüşvet hadiselerinden biri Atabeg Şemseddin Altun-aba’nın ölümüyle sonuçlanır. Kayseri Subaşısı Seyfeddin Türkeri, anlaşmazlığa düştüğü Şemseddin’in hacibine rüşvet vererek onu zehirletmişti (1254). (Mumcu, 2005, s. 77) Örneklerde görüldüğü üzere rüşvet ölüme veya hayatta kalışa sebep olabilirdi. Bu hususta örnekleri arttırmak mümkündür. Nitekim Anadolu Selçukluları tarihinin en önemli kaynaklarından birini teşkil eden Müsâmeretü’l-ahbâr adlı eseriyle tanınan tarihçi Aksarayî o günlerdeki ortamı şu sözlerle anlatıyorudu: “Eğer sen efendinin yakını olmak istiyorsan zulmü meslek edin ve Allah’tan korkma Ona rüşvet ver ve sonra gözünün önünde karısına dokun korkma Velhasıl herkes rüşvet ipiyle kese dokuyor Her biri, kendi kazanı içinde dünyayı yakıyor.” (Merçil, 2007, s. 476) Rüşvetin tarihi konusu hukuk, sosyoloji ve psikoloji gibi farklı disiplinlerin verilerinin tarih perspektifi ile değerlendirilmesi neticesinde araştırmacılara yeni imkânlar sağlanabilecektir. Araştırmamızın konusu ve ele aldığı zaman dilimi bağlamında rüşvet kavramının nasıl yorumlandığına bakıldığında, Osmanlı Devleti’nde rüşvetin, yıllar boyu bir “musibet” olarak nitelendirildiğini ve konuyla ilgili söylemlerin bu temel üzerine oturtulduğu görülür. Osmanlı Devleti’nde ahlakî kaygı ile kaleme alınan reformist eserlerde rüşvetçilik sistemde bir çürüme belirtisi olarak kabul edilmiştir. Rüşveti ele alanlar, genelde rüşvetin sebeplerini ve toplumsal boyutlarından ziyade rüşvetin sistemden nasıl temizleneceğini ele almışlardı. Örneğin Lütfi Paşa, rüşveti “maraz-ı bî ilac” olarak görüp rüşvete karşı kanaatkârlığı tavsiye eder. (Lütfi Paşa, 2018, s. 50) 22 Menşûr, Sultan tarafından yüksek rütbeli memurların atanmasına ilişkin verilen özel berâtların adıdır. Selçuklu Devletlerinde bu belgelerin dili genelde Farsça’dır. Her göreve tayin menşûrunun metni için farklı kurallar geçerlidir. Menşûrlarda göreve tayin edilen şahsın meziyetleri yer alır. Görevinin kapsamı bildirilir. Diğer memurlara göreve tayin edilen şahsın emirlerine uyulması istenirdi. 18 Hırzü’l-Mülûk’ta rüşvete ilk olarak, vezirlerin durumunun ele alındığı ikinci bölümde değinilir. Yazara göre, kendi zamanında herkeste bulunan para hırsı ve bunun yol açtığı rüşvet yüzünden tımarlar haksız şekilde dağıtılmıştır. Yazar burada yüksek mevkilerden alt mevkilere uzanan bir rüşvet döngüsünden bahseder. Beylerbeyleri sadrazama altı ayda bir gönderdikleri bin filoriyi karşılamak için “mecburen” rüşvet aldıklarını ifade etmektedirler. Yazarın önerisi ise beylerbeyinin sadrazam tarafından değil, padişah tarafından atanmasıdır. (Yücel, 1988, s. 187- 188) Rüşvetin egemen olduğu bir yer de seyyidlik ve şeriflik kurumudur.23 Öyle ki, kâtiplere verilen rüşvet karşılığında seyyid olmayan kişiler seyyid yazılarak vergi vermekten kurtulabilmekteydiler. (Yücel, 1988, s. 200-201) Koçi Bey risalesinin ana kaynaklarından biri olduğu düşünülen Kitâb-ı Müstetâb’da “âleme belâ- nâzil olan” rüşvet bozulmanın bir numaralı sebebi olarak kabul edilir. Rüşvet, hedâya adı altında açıktan açığa alınıp verilmektedir. Rüşvetin sebebi ise ehline teslim edilmeyen mansıplardır. Kendi ifadesiyle rüşvet “dâ’imâ Devlet-i Aliyyenin temelini kazmak üzredir.” (Yücel, 1988, s. 30) Ancak risalenin yazarı, rüşvetle ilgili herhangi bir çözüm önerisi sunmaz. Sadece kânun-ı kâdim’e uyulması gerektiğini belirtir. Rüşvet Yeniçeriler bağlamında yine ele alınır. “Akçe kuvvetiyle” yani rüşvet vererek Yeniçeri yazılanlar asker sayısını arttırmış, rüşvetle ocağa yazılanlar savaşlarda “iş görmemişlerdir.”24 Devamında ise memurların rüşvetçiliği eleştirilir. Rüşvet öylesine yaygınlaşmıştır ki rüşvet hedâyâ adı altında açıktan verilir olmuştur. (Yücel, 1988, s. 23) Osmanlı ıslahat yorumcularının en tanınanlarından Koçi Bey, rüşveti diğer risalecilerin aksine bozulmanın doğurduğu bir sonuç olarak değil bozulmayı doğuran sebep olarak ele alınmıştır. Reformist eserler içinde rüşvet konusuna en çok değinen yazarlardan biridir. Ona göre karışıklığın, bozgunculuğun, ülkenin ve halkın kötü durumunun sebebi rüşvettir. Rüşvet kaldırılmadan adalet tesis edilemeyecektir. (Koçi Bey, 2011, s. 95) Koçi Bey, rüşveti ülkeleri harap eden bir kötülük olarak görür; “Ma’lûm-ı hümayun-ı şehriyari ola ki zulm ve rüşvet her kangı devletde ki peyda u aşikâr oldu, ol devlet harâb ü yebab ve bergeşte-i rüzgâr oldu” (Koçi Bey, 2011, s. 207) Ona göre yeryüzünde “rüşvet leşi” yok olmadıkça adalet sağlanamaz. (Koçi Bey, 2011, s. 207) Diğer risalelerde görüldüğü üzere Koçi Bey’in risalesinde de dini motiflere sıkça rastlanır. Koçi Bey rüşvetin engellenmesi için kâtiplerin dindar kişilerden seçilmesini öğütler. Rüşvete karşı tımar sahiplerinin kontrollü şekilde kayıt altına alınmasını bu şekilde başkasının adıyla dirlik 23 Seyyidler ve şerifler için bkz. Rüya Kılıç, Osmanlıda Seyyidler ve Şerifler, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2018 24 Bir örnek vermek gerekirse, Acemi- oğlanlığı sırasında sanat öğrenen yeniçerilerden bazıları gedikli askerken rüşvetle 24 akçelik korucu sıfatı ile ayrılırlar, sefere gitmezlerdi. (İnalcık, 2014, s. 147) 19 alan kişilerin engellenmesini söyledikten sonra eski zamanlarda bu tarz önlemlere ihtiyaç olmadığını çünkü o zamanlarda halkın daha dindar olduğunu ancak artık hile ve yalanın egemen olduğunu anlatır. Hz. Peygamberin “Allah’ın laneti rüşvet verenin ve rüşvet alanın üzerine olsun” hadisini hatırlatarak rüşvetin engellenmesini padişahın başarabileceğini savunur. (Koçi Bey, 2011, s. 95-96). Rüşvetle görevden alma ve göreve getirme dine uymayacağı gibi suçsuz yere görevden alınan kişi yeniden makam elde etmek için rüşvet verecek, o makama geldiğinde verdiği rüşveti çıkarmak için kötü yollara başvuracaktır. (Koçi Bey, 2011, s. 114) Sonuç bölümünde yine bütün sorunların kaynağının liyakatın yok sayılarak tayinlerin rüşvetle yapılması olduğunu tekrarlamaktan kendini alamaz. Koçi Bey, rüşveti engelleyebilecek tek gücün padişah olduğuna sıklıkla dile getirir. Eğer padişah dirlikleri uygun kişilere verip zeamet ve tımarları kontrol altına alırsa “uğursuz” rüşvet engellenebilirdi. Koçi Bey’in rüşvetin sonlandırılmasına dair bir diğer önerisi, sadrazamların işlerine müdahale edilmemesi, onun her işinde bağımsız olması ve sancakbeyleri- beylerbeylerinin yaşadıkları sürece görevde kalmaları ancak suçları sabit olduğunda görevden alınmalarıdır. Zeamet ve tımarlar beylerbeyi tarafından verilmeli, merkezden müdahale edilmemelidir. (Koçi Bey, 2011, s. 189) Koçi Bey’e mâl edilen Veliyüddin Telhisleri’nde de Koçi Bey risalesindeki gibi bütün karışıklıkların sebebi olarak rüşvet görülür. Rüşvetin önlenmesi için beylerbeyinin ömür boyu görevde kalması ve suçları kesinleşmeden cezalandırılmamaları tavsiye edilir. Mansıpların ehil kişilere verilmesi halinde rüşvetçilik ortadan kalkacaktır. (Murphey, 1979, s. 571) Hasan Kâfî el-Akhisârî ve devlet düzenine ait eseri Usûlü’l-Hikem Fî Nizâmi’l-Alem’de rüşveti bir hastalık olarak nitelemiştir. 1574’ten beri peş peşe gelen felaketlerle huzurun yerini karışıklığın aldığını ve bunun üç sebebi olduğunu belirtir. Birincisi, adaletin sağlanamaması sebebiyle oluşan yönetim zafiyetidir. Yöneticilerin işinin ehli kimseler olmaması bundaki en büyük etkendir. İkincisi müşaverenin ihmal edilmesidir. Gurura kapılan devlet adamları ulemaya danışmadan ülkeyi idare etmektedirler. Üçüncüsü askerî alanda düzensizlik ve ihmaldir. Tüm bunların temelinde ise rüşvet hastalığı ve kadınların sözleriyle hareket etmektir. (İpşirli, 1981, s. 240-245) Kâtip Çelebi’nin kaleme aldığı “Düsturü’l Amel li Islahi’l Halel” adlı risalede devlet ve toplum hayatı, reaya, asker ve hazinenin durumunu açıkladıktan sonra sonuç kısmında çözüm önerilerini sıralar. (Gökyay, 1968, s. 22-23) Eserin neticetü’n netice kısmında Kâtip Çelebi, Koçi Bey’e benzer olarak rüşvet alınmaksızın ehil kişilerin göreve tayin edilmelerini ve uzun süre görevden alınmamaları gerektiğini savunur. (Gökyay, 1968, s. 161) Ayrıca Mizanü'l-hakk fi İhtiyari'l-Ehakk, adını verdiği eserinde de rüşvete geniş yer ayırır. Kâtip Çelebi âyet ve 20 hadislere yer verdikten sonra rüşvetin hangi durumlarda haram hangilerinde caiz olduğundan bahseder. Bu bağlamda rüşvet önceden anılmayıp işin görülmesinden sonra verilirse, bunun rüşvet sayılıp sayılmayacağı hakkında din ulularının uyuşmadıklarını kaydeder. Kâtip Çelebi, rüşvete farklı bir bakış açısı ile padişahın yanında ve devlet işlerinde verilen rüşvetin caiz ancak almanın haram olduğunu ileri sürer. (Kâtip Çelebi, 2007a, s. 87) Kâtip Çelebi’nin burada tanımladığı rüşvet tipinin genel olarak 17. yüzyılda benimsendiği söylenebilir. Nitekim yazar, kendi zamanında kimsenin rüşvet alıp vermekten korkmadığını sözlerine ekler. (Kâtip Çelebi, 2007a, s. 88) Kitâbu Mesâlihi’l Müslimîn ve Menâf’i’l- Müminîn’ de de yazar, rüşvet sosyal iktisadî ve ahlakî olarak büyük zararlar doğuran bir suç olarak değerlendirir. Diğer risale yazarlarıyla aynı noktada makamlarda ehil ve tecrübeli kişilerin bulunmasının rüşveti önleyeceği görüşünü paylaşılır. (Yücel, 1988, s. 69) 17. yüzyıl nasihatnamelerinin bir diğer örneği olan Hezarfen Hüseyin Efendi’nin Telhîsü’l Beyân fî Kavânîn-i Âli Osman’ında rüşvet, Lütfi Paşa’nın ifadesinde ki gibi “maraz-ı bî-ilaç” olarak değerlendirilir. Ayrıca, vezirlerin kendisinden herhangi bir menfaati olmayan kişilerden hediye kabul etmeleri gerektiğini belirtmiştir. (Hezarfen Hüseyin Efendi, 1998, s. 267) Bir arada değerlendirdiğimizde söz konusu eserlerde rüşvetin ahlakî bir sorun olduğu konusunda görüş birliği vardır. Memurların rüşvet alıp vermesi asla hoş görülmez. Rüşvetçilik yüzünden makamlar ehil kişilerin elinden alınmış yerlerine zulüm erbabı kişiler tayin olmuştur. Her ne kadar sorunu saptama konusunda başarılı olsalar da ahlakî-dinî alanda çözmeye çalışmaları ve meselenin siyasî ve ekonomik boyutunun göz ardı edilmesi dikkate değerdir. Rüşvet probleminin salt eskiye dönüşle önlenemeyeceği açıktır. Risalelerin ortak çözüm önerileri makamların ehil, güvenilir ve dindar kişilere teslim edilmesi ile göreve atanan kişinin azledilme korkusu yaşamadan uzun süre görevde kalması olarak özetlenebilir. 21 2. BÖLÜM: HUKUKUN KONUSU OLARAK RÜŞVET Bu bölümde İslâm-Osmanlı hukukunda rüşvetin yeri genel hatlarıyla anlatılmaya çalışılıp, Osmanlı Devleti’nde rüşvete verilen cezalar örneklendirilecektir. İtiraf etmek gerekir ki, konunun hukukî boyutuna yönelik çalışmalar oldukça sınırlı olduğu ayrıca fıkıh alimlerinin dahi konunun çerçevesini net olarak çizememesi sebebiyle meseleyi detaylı biçimde ortaya koymak zordur. Arapçada rüşvet kelimesinin farklı anlamlarıyla karşılaşmaktayız. Rüşvet, deve veya kuş yavrusunun emmek için boynunu annesine uzatması anlamına gelen “reşâ” fiilinden isim olmuştur. Yine aynı kökten türeyen “rişâ” kelimesi ise su çekebilmek için kovaya bağlanan urganı ifade etmektedir. (Köse, 2008, s. 139) Yani kuyudan su çekmek içim kullanılan urgan, haram olan eylemin gerçekleşmesi için temin edilen gizli menfaat anlamında kullanılmıştır. İslâm hukukunun ana kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an dışında diğer üç kaynak hadis(sünnet), icma ve kıyastır. Kur’an hükümlerinin sınıflandırılmasında ceza hukuku kapsamında değerlendirilen konular ukubat olarak zikredilir. Ukubat; kıyas, icma ve hadis yoluyla elde edilen cezai hükümleri de içine almaktadır. (Aydın, 2001, s. 56) İslâm hukukunda ceza, toplumun haklarının korunması bakımından amaç değil araç olarak görülür. (Düzbakar, 2008, s. 534) Kur’an-ı Kerim’de kamu düzenini bozan suçlara yönelik hükme rastlanmaz. Bu sebepten ötürü devlet görevlilerinin işleyeceği rüşvet suçuyla ilgili nasıl bir yol izleneceği konusunda ipucuna sahip değiliz. Ahmet Mumcu, diplomasi alanında rüşvet suçu işleyenler hakkında İslâm- Osmanlı hukukunda bir boşluk olduğunu belirtmiştir. (Mumcu, 2005, 214-215) Ancak diplomatik işlerde alınan-verilen rüşvet için açık bir hüküm bulunmaması cezalandırılmadığı anlamına gelmemektedir. Her ne kadar İslâm hukukunda yargıda rüşvetin üzerinde daha fazla durulduysa da rüşvetin her türlüsü günah sayıldığı için İslâm hukukçuları rüşvet türlerini ayrı ayrı tasvir etme gereği duymamış olabilirler. Bazı görüşlere göre Bakara Sûresi’nin 188. Âyeti rüşvetin yasaklandığına dair bir kanıttır. (Köse, 2008, s. 140) Bu ayetteki “mallarınızı aranızda haksız ve uydurma yollarla başvurarak yemeyin; bilip durduğunuz halde insanların mallarından bir kısmını günaha saparak yemek için onları yargıçlara aktarmayın” (Öztürk, 1994, s. 40) ifadesi içinde rüşvetle ilgili hususlar 22 barındırmadığı için ve “yargıç” ifadesinin yanlış çevrildiği kanısından hareketle Kur’an’da rüşvetle ilgili hiçbir hususun yer almadığı düşüncesi ağırlık kazanmıştır. (Mumcu, 2005, s. 183) Yine ihtilaflı konulardan birisi de Kur’an-ı Kerim’deki suht kavramıdır. Maide Sûresi’nin 42. Âyetindeki “yalan dinlemeyi ve suht (haram) yemeyi davranış biçimi haline getirenler” de ki suht kavramının bütün haramlara delalet ettiği görüşü hâkim olsa da, suhtun rüşvete ve adlî rüşvete işaret ettiği düşüncesi mevcuttur. (Köse, 2008, s. 146) Hz. Muhammed, vergi memuru olarak görevlendirip Hayber’e gönderdiği Abdullah b. Revaha’ya25 vergi almaması veya daha az alması için kadınlarının mücevherlerini rüşvet olarak teklif eden Yahudilere, “rüşvet bir suhttur, biz onu yemeyiz” diyerek bu teklifi reddedetmiştir. (Avcı, 2014, s. 419) Hz. Muhammed’e suhtun ne anlama geldiği sorulduğunda, “hüküm vermede alınan rüşvettir” diyerek suhtun adalet işlerinde hâkimin aldığı rüşvet olduğunu söylemiştir. Hz. Ömer ise, suhtun sadece rüşvet olmadığını belirterek, suht hakkında: “Suhtun iki kapısı vardır. Bunlar insanların yedikleri rüşvet ve fahişelik ücretidir.” demiştir. (Köse, 2008, s. 147) Suhtun anlamlandırılmasında rüşvetin odak nokta olmasının sebebi suht’un İbranice’de rüşvet demek olan şohad anlamına gelmesi olabilir. Ebusuud Efendi’nin suht ile ilgili fetvasının aynı zamanda rüşvet alan kişiler için de geçerli olduğu söylenebilir. İlgili fetva şu şekildedir: “Ehl-i suht olan kimseleri hâkim tazir-i şedid ettikten sonra tevbe ve salahı zahir oluncaya kadar zindandan çıkarılmamak lazımdır.” (Avcı, 2014, s. 419) İslâm hukukuna göre bir kişi hak gaspı ile mal ve menfaat ederse o kişi rüşvet alan mürteşi olur. Rüşvet alan ise râşi olarak isimlendirilir. Kur’ an hükümlerinde net bir görüş birliği sağlanamayan hususlarda hadis önemli bir hukuk kaynağı olmuştur. Hz. Peygamber’in rüşveti yasaklayan hadisleri vardır. Bunların en bilineni “rüşvet alana da verene de ikisi arasında vasıta olana da Allah lanet etsin” hadisidir. (Arif, 1966, s. 277) Lanet, ilahi rahmetten yoksun kalmayı açıklar. Dolayısıyla rüşvet büyük günahtır. (Düzbakar, 2008, s. 537) Buna benzer rüşvetle ilgili birkaç hadis daha bulunduğu gibi Hz. Peygamber’den sonraki halifelerde rüşvetin haram olduğuna dair ifadeleri mevcuttur. (Köse, 2008, s. 150) Ancak İslâm’da rüşvet verilmesini meşru kılan durumlar da vardır. Örneğin, 16. yüzyılda Mısır’da yaşamış olan Hanefi fıkhı âlimlerinden İbn Nüceym (Özel, 1998, s. 236-237) yazmış olduğu rüşvet risalesinde can veya malın korunması adına verilecek rüşveti haram saymaz. (Sahillioğlu, 1965, s. 693) Keza, başkaları tarafından malına el konulacağını düşünen bir kimse malının hepsini kaybetmemek adına bir kısmını rüşvet verebilir. Bu rüşvet, alan bakımından haram olsa da veren bakımından değildir. Zor durumda kalıp rüşvet vermek 25 Hz. Muhammed’in sahabesi 23 zorunda olan kişi, her ne kadar rüşvet vererek teoride suçun kapsamı içine girse de haksızlığa uğradığı için aynı zamanda can ve mal güvenliğinin doğurduğu kaygıdan mütevellit verdiği rüşvet suç kabul edilmemiştir.26 Kâtip Çelebi, İbn Nüceym’e paralel olarak, bir kimsenin canına ve malına zarar geleceği korkusu ile vereceği rüşvetin caiz, ancak alınmasının haram olacağına işaret etmiştir. (Kâtip Çelebi, 2007a, s. 87) İbn Nüceym ayrıca, işinin yapılması için ricada bulunan kişinin (bu aşamada hiçbir şekilde rüşvet bahsinin geçmemesi şartıyla) işi olduktan sonra vereceği parayı rüşvet kapsamında almamış, iyiliğe karşı iyilik olarak (mücazate-ihsan) olarak değerlendirmiştir. Öte yandan rüşvetin içine her türlü menfaatin girebileceği belirtilmişti. Ancak İslâm hukukçularının çoğunluğu rüşvetin sadece maddî olabileceği düşüncesindedir. (Düzbakar, 2008, s. 536) Çünkü insanlar maddiyat için yaşarlar ve sadece onun için çalışırlardı. Belirtmeden geçmemek gerekir ki, rüşvetin sadece para ve altına indirgenmesi bu konuya bakıştaki en temel problemi teşkil etmektedir. Örneğin rüşvet olarak râşiye verilen cinsel ilişki vaadi de bir rüşvet suçudur ve diğer rüşvet suçlarından bağımsız değerlendirilmemelidir. 17. yüzyılda mahkemelere intikal eden bazı rüşvet hadiselerinde paradan başka birçok rüşvet vakalarına rastlanabilmektedir. Örneğin 1690’da İstanbul’da Hocapaşa Mahallesinin sâkini Cerrâh İbrahim Ağa Ayvansaray sâkini Ali Ağa’dan rüşvet olarak bir cariyeyi alır. (İstanbul Kadı Sicilleri, c. 20, No: 54, s. 282) Cerrâh İbrahim Ağa, eski Kahire Valisi ve rikâbdar olan Silahtar Hasan Paşa’dan aldığı 400 guruş değerinde “uzun boylu açık kaşlı ela gözlü Rus asıllı” bir cariyeyi hükümde belirtilmeyen bir hususun kolaylaştırılması için Ali Ağa’ya rüşvet olarak sunmuştur. Ancak mahkeme sonucunda Ali Ağa’nın cariyeyi İbrahim Ağa’ya iade etmesine karar verilmiştir. Buradan anlaşılacağı üzere rüşvet sadece para ile sınırlı değildir. Bir diğer örnek, Erzurum’da Sultan Melik mahallesi ahâlîsinden olup misâfiren İstanbul’da Hobyar mahallesinde sâkin Erzurumlu Yakub Efendi b. Ümmetünnebi’nin Ahmed Çelebi b. Mehmed’e bir ev alma işinin kolaylaştırılması için rüşvet olarak otuz altı okka kahve ve yüz yetmiş beş esedî guruş vermesidir. Yine dava sonucunda kahve ve para Erzurumlu Yakub Efendi’ye iade edilmişti. (İstanbul Kadı Sicilleri, c. 18, No: 18, s. 221) Rüşvet denince ilk akla gelen para olsa da kayıtlardan görüldüğü üzere halk arasında değerli ve güzel olan her şey rüşvet olarak verilebilmekteydi. Kayıtlarda göze çarpan bir diğer husus rüşvet verilen malların verene geri iade edilmesidir. Osmanlı hukukunda zulmen alınan malların geri iadesi şeriatın bir gereğidir. Rüşvet suçu da zulüm kavramı içerisinde ele alındığı 26 17. yüzyılda valiler veya teftiş amacıyla atanan yöneticiler şehirleri, kasabaları ve halkı soyarlardı. Halk, başlarından bu belaları def etmek için yöneticilere rüşvet vererek onları uzaklaştırmaya çalışırlardı. (Uluçay, 1944, s. 417) 24 için rüşvet alan kişilerin aldığı rüşveti iade etmesine karar verilir. (Mumcu, 2007, s. 33) İslâm- Osmanlı hukukunda rüşvet verenin verdiği rüşveti geri isteme hakkı da bulunmaktadır. Ancak rüşvet veren, rüşvet verdiği kişiye değil eğer aracı varsa aracıdan rüşveti isteme hakkına sahiptir. Bu durum, Şeyhülislâm Hacı Abdürrahim Efendi’nin 1649 yılında verdiği fetvada belirtilir: “Bir kimse birisinin adamına verdiği rüşvet parasını bizzat verdiği kimseden geri isteyebilir.” (BOA. MŞH. FTV. 1. 15) Rüşvet alan öldüğü zaman da rüşvet veren kişi, aracıyı dava edebilmektedir. (Mumcu, 2005, s. 208) İslâm hukuku, bireysel ve toplumsal hayatın sağlıklı yürüyebilmesi adına uyulması gereken kurallar öngörmüştür. Bu kurallara maslahat denir. (Şaban, 1996, s. 414) Maslahatın korunması zorunludur ve ortadan kaldırılması haramdır. Korunması gereken değerler ikiye ayrılır. Bunlar bireysel değerler ve kamusal değerlerdir. Bireysel değerler; din, akıl, hayat, vücut bütünlüğü, onur, mal varlığı ve nesil; kamusal değerler ise siyasî iktidar düzeni, kamu düzeni, barışı ve ahlakıdır. (Avcı, 2014, s. 5) Her dönemde karşımıza çıkan cana, mala, ırza ve dine yönelik suçlar had ve kısas suçları olarak diğer suçlardan ayrılarak kesin hükümlere bağlanmıştır. Bu suçların dışında kalan geniş bölümün cezasını ve ceza miktarını belirleme yetkisi devletin yetkili organlarına (ulul’emre) bırakılmıştır. (Aydın, 2001, s. 73) İslâm hukukunun buradaki amacı her zamanın ve her mekânın gerektirdiklerinin değişmesi aynı zamanda İslâm’ın evrensellik ve süreklilik özelliklerinin sonucudur. Yetkili organların verdiği bu cezalara ta’zir cezaları denmektedir. Rüşvet suçunun cezası da ta’zir cezalarının içindedir. Ta’zir, had ve kıssas suçlarının dışında kalan cezalardır. Kur’an ve sünnet tarafından sınırları çizilmemiş, ceza yetkisi devlet reisine ondan da hâkime bırakılmış cezalardır. Ta’zir cezaları önceden belirlenmediği ve hududu çizilmediği için bu konuda hâkime geniş bir takdir hakkı tanınmıştır. Kadı, suçun işlendiği zamana, yere ve suçu işleyenin durumuna göre ceza tayin edebilir. Bu duruma verilebilecek en güzel örneklerden biri, kadıların para cezası vermeleri gerektiğinde kişinin mali durumuna uygun cezayı tespit etmeleridir. Bu durum Kanuni devri, Karaman Eyaleti Kanunnamesinde şu şekilde açıklanır: “Ve eğer bir kimesne tahıl uğurlasa gânî olsa cürm kırk akçe, orta hallü olursa yirmi akçe, fakir olsa on akçe cürm ala. “, “Bir Müslüman zinâ kılsa, şer ile sabit olsa ve bay olsa üç yüz akçe cürm alına, evsat’-ul-hâl olur ise iki yüz akçe cürm alına; andan aşağa hallü olub yüz akçe veya elli akçe cürm alına.” (Akgündüz, c. 7, 1990, s. 626, 627) Had veya kısas cezalarının uygulanmayıp ta’zir cezalarına çevrildiği durumlar yine Kanuni devri Zul Kadriyye Eyaleti Kanunnamelerinde mevcuttur: Her kim kan eylese, katle müstahak ise kısâs oluna. Ya sulha ya diyete müstahak ise diyetten gayrı otuz altun cürm alına”. (Akgündüz, c. 7, 1990, s. 157) 25 Osmanlı’da uygulanan ta’zir cezalarının çeşitleri, ölüm cezası (siyaseten katl), sopa (celd), hapis, sürgün (nefy), para cezası (nakdi), müsadere, terk, teşhir, tekdir ve sakalın kesilmesidir. (Akyılmaz, 2015, s. 274-276) Osmanlı Devleti’nde rüşvet suçunun cezaları da tek bir hükme bağlanmadığı gibi kişinin konumuna olayın yerine ve zamanına göre farklılık arz etmektedir. Osmanlı Devleti’nde rüşvet suçuna verilen cezalar içinde suçun boyutlarına göre idam, hapis, sürgün, ihtar, teşhir, dayak gibi cezalar mevcuttur. (Ümütli, 2006, s. 3-11) Rüşvetçiliğe verilebilecek en hafif ta’zir cezası ihtar etmektir. Böyle bir ihtar cezasıyla ilgili bir belgede görevinin ne olduğu belirtilmeyen Hacı Gani isimli kişinin bir müsellime rüşvet teklif etmesi üzerine kendisine içinde tehdit unsurları da bulunan bir ihtar gönderilir. (BOA. TSMA. E. 0970)27 Bu gibi uyarılara sık sık rastlanmaktadır. Rüşvet aldığı tespit olunan birisine ihtar cezasının yanında ölüm cezasına da verilebilirdi. Bundan başka kişi görevinden azl veya sürgün edilebilirdi. Kadının verdiği cezaya ilave olarak gerekli gördüğü takdirde padişah idam cezası verebilirdi. (Daşçıoğlu, 2005, s. 59, 121) Bir kimseye ta’ziren ölüm cezası verilip verilemeyeceği tespit edilmeden padişah, örfî hukuka göre siyaseten katl yetkisini kullanarak o kişiyi idam ettirebilir. (Mumcu, 1983, s. 90) İslâm hukukunda rüşvet suçuyla ilgili ölüm cezası verilmemesine rağmen padişah siyaseten katl yetkisini kullanarak rüşvetçiyi idam ettirebilir. Cezalar kişinin statüsüne göre yani ulemadan, askerî sınıftan veya reayadan olmak üzere farklılık gösterebilir. Askerî sınıftan olan rüşvetçilere verilen cezalar ise yine azil, sürgün, bunlara ek olarak müsadere, kalabentlik (cezaya çarptırılan suçlunun, uzak bir yerde bulunan bir kaleye kapatılması) ve idamdır. Reayada bu suçu işleyenlere sıklıkla sopa ve teşhir cezası verilir. Teşhirde, rüşvetçinin yüzüne kara boya sürülür, sakallarının yarısı kesilir. (Mumcu, 2005, s. 242) Askerî sınıftan rüşvet suçu işlediği sabit görülüp ceza alanlara ilerleyen bölümlerde yer verilecektir. Şayet ulema sınıfına mensup bir görevli rüşvet suçu işlemişse cezası genellikle sürgün ve azldir. 1630 yılında, rüşvetçiliği ve zalimliği sabit olan Akşehir kadısı, Kıbrıs’a sürülmüştür. (BOA. DVNS. MHM. 84. 82) Ayrıca haksız kazanç müsadere edilebileceği için rüşvetle elde edilmiş kazanç devlet tarafından müsadere edilebilir. (Köse, 1998, s. 305) Ulema sınıfının mallarının ilk defa müsadere edilmesi 17. yüzyıla rastlar. Buna verilebilecek örnek, I. İbrahim döneminin (1640-1648) en ünlü simalarından Cinci Hoca ismiyle tarihe geçen Safranbolulu Hüseyin Efendi’dir.28 Bir dönem kazaskerlik görevini yürüten I. İbrahim’in makbulü Cinci Hoca’nın 27 “Mükerrem ba ʹde’s-selâm ilam olunan oldur ki mezbûre istima olunduki müsellim tarafından âdem gelip cürm- i (...) müdahale edermiş siz dahi yeltenip (...) davar vermeğe yeltenirmişsiz. Biz birkaç günden sonra Karahisar’a varırız bizimle mürafa ʹa şer ʹ olununca bir nesne vermeyesiz yoksa sonra cevap vermeğe kadir olmazsız” (Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) TSMA. E. 0970) 28 Kendisiyle ilgili bilgilere ilerleyen bölümlerde yer verilecektir. 26 rüşvetle elde ettiği serveti müsadere edilmiştir. (Tomar, 2006, s. 67) Ancak, ulema sınıfının müsadere bakımından bir ayrıcalığı vardır ki o da sadece suçu sabit olanların mallarına el konulabilmesidir. Ulema, din ve devlet düşmanlığı yapmadığı sürece idam cezasına çarptırılmaz. Osmanlı Kanunnamelerinde buna dair hükümler bulunmaktadır: “Ve kudât ve tedris ve tevliyet ve nezaret ve hitabet ve imamet ve sair bunların gibi cihetden ve menasıbından şunlar ki, berât-ı padişahî ile nesne tasarruf edenleri ta’zir etmeyeler ve habs edilecek yerde kefil var iken habs etmiyeler.” (Akgündüz, 1990, c. 3, s. 106) Bununla birlikte IV. Murad, 1633’te çıktığı Bursa seyahatinde av vesilesiyle uğradığı İznik’in kadısını karla kaplı yolları temizlettirmediği gerekçesiyle idam etmesi ilmiye sınıfında tepkiye sebep olmuştur. Şeyhülislâm Ahîzâde Hüseyin Efendi, ulemânın nefretini çekmenin tehlikeli olacağını padişaha bildirmesi için Kösem Sultan’a bir tezkire yazar. İlmiye mensuplarının bir ziyafet sırasında bir araya gelmesi üzerine, Vâlide sultan onların hâl meselesini konuştukları şüphesine düşerek durumu hemen IV. Murad’a haber verir. 1634’te gittiği Bursa’da kaldığı beşinci günde ava çıkmış bulunan padişah haberi alınca hemen İstanbul’a gelip Şeyhülislâmı azleder ve Kıbrıs’a sürer. (İpşirli, 1988, s. 548) Fakat öfkesini yenemeyerek gemi fırtına yüzünden daha Marmara’da iken onu Çekmece sahillerinde karaya çıkartır. Kendisi de yanında Abaza Paşa bulunduğu halde oraya gidip Bostancıbaşı Duçe Mehmed Ağa’ya verdiği emirle Ahîzâde’yi boğdurur (1634). IV. Murad, Osmanlı tarihinde daha önce görülmemiş olan ve kendisinden sonra az rastlanan Şeyhülislâm idam eden bir padişah olmuştur. (Yılmazer, 2006, s. 179-180) Her ne kadar ulemanın ceza konusunda ayrıcalığı olsa da bilhassa hukukun temsilcisi olarak kadının rüşvet alması konunun ilginç bir boyutunu teşkil eder. Kuşkusuz kadılık müessesesi sadece Osmanlı Devleti değil, tüm İslâm medeniyeti için önemlidir. İslâmiyet’in doğuşundan sonra ilk hâkimlik görevini yürüten kişi Hz. Muhammed’in kendisidir. Daha sonra dört halife bu görevi yürütmüştür. Ancak devletler büyüdükçe yargı görevini başka bir ayrıcalıklı makama devretmek durumundaydılar. Bunun sebebi sınırların genişlemesi ve bürokrasinin artmasıdır. (Bozatay, Demir, 2014, s. 75) Devlet teşkilatında dönüşümlerin yaşandığı Hz. Ömer zamanında ülke sınırları genişlemesi ve idari işlemlerin artması üzerine Medine, Suriye, Irak ve Mısır’a kadı tayin edilmiştir. Halife, Medine’de davalara bakmayı sürdürürken, kadılar ta’zir gerektiren suçlarla ilgili davalar ve medeni davalara baktılar. Bu durum dört halife devrinin sonuna kadar devam etmiş, Emevi Devleti’nin ilk halifesi Muaviye, yargı yetkilerinin tamamını kadılara devretmiştir. (Atar, 2001, s. 67) Bu geniş hükümet sahasında hükümdarın tek başına yargı görevini yürütmesi mümkün olamayacağından niyabet usulüyle kadılar tayin edilmiştir. Eski Suriye ve Bizans’tan 27 etkilendiği görülen kadılık müessesesine aynı zamanda “hükümdarın naibi” payesi biçilmiştir. (Bozatay, Demir, 2014, s. 75) Bu bakımdan İslâm hukukunda kadı ile halife arasına vekâlet bağı kurulmuştur (Atar, 2001, s. 67) Kadılık makamının hemen hemen her veçhesi, Müslüman düşünürler tarafından etraflıca tartışılmıştır. Bazıları kadılık makamına gelenlere maaş ödenmeli derken bazıları aksi görüşü savunmuşlardır. Yolsuzluk ve rüşvet olaylarını tamamen engellenemese de kamu mülkiyeti, kamu vicdanı, sorumluluk gibi bugün sahip olduğumuz modern düşünceler İslâm tarihinin her safhasında mevcuttur. (El-Attas, 1988, s. 71) 761 yılında Mısır’da göreve getirilen bazı kadılar maaşlarını özel işlerine ayırdıkları bölümlerini harcamayıp hazineye iade etmiştir. Halife El Hâkim (d. 985-ö. 1021) ise kadıların yolsuzluk ve rüşvet olaylarına karışmasını önlemek için, halktan para almadığını kanıtlayanların maaşlarını iki katına çıkarmıştır. (El-Attas, 1988, s. 72) 915 yılında Bağdat’ta kadılık görevine gelmeye aday kişiler; kim olursa olsun haksız bir karar vermesi için zorlanmaması, yasal olmayan bir karar vermesi istenmemesi ve kadılık görevi karşılığı maaş ödenmemesi gibi şartlar öne sürmüşlerdir. Maaş ödenmemesi isteği göreve gelen kişilerin zengin kişiler olduğu anlamına gelmiyordu. Örneğin 945 yılında Bağdat kadısının evine girenler kadının evinde çalacak kıymetli bir eşya bulamamışlardır. Bir başka Bağdat kadısı Ebu Tayyip ise kıyafetlerini kardeşleriyle paylaşmak zorundaydı. (El-Attas, 1988, s. 72) Yukarıda adı geçen kişiler için kadılık görevi üzerinden haksız kazanç elde edilerek zengin olunacak bir görev değil Hakk’a ve halka hizmetti. Kadılık müessesesi tarihinin olumlu yanı olan bu kişilerle beraber kadılığın ortaya çıkışından itibaren bu makamın yolsuzluk ve rüşvet olaylarıyla birlikte anıldığını kabul etmek gerekiyor. Öyle ki, ilginç bir şekilde pek çok ilim adamı kadılık makamına gelmemek için çaba harcamıştır. (El-Attas, 1988, s. 71) Bu bağlamda Ebu Hanife zikredilebilir. Nitekim Ebu Hanife, kadılık makamını kabul etmediği için cezalandırılmıştır. İmâm-ı a'zamın talebelerinin en başta gelenlerinden Hanefî mezhebinde yetişmiş müctehidlerin en büyüğü sayılan Ebu Yusuf ise kadılardan daima şüphe duymuştur. (El-Attas, 1988, s. 71) Tüm bu örneklerden yola çıkarak İslâm hukukunun adlî rüşveti ayrı bir yere koyması ve üzerinde çok fazla durması anlaşılabilir bir durumdur. Kur’an-ı Kerim’de görevlerin ehil kimselere verilmesi ve adaletle hükmedilmesi hususu üzerine birçok ayet bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in kadılık görevine gelen kişinin “bıçaksız boğazlanacağını” şeklindeki ifadesi bu görevin önemine ve zorluğuna dikkat çekmektedir. (Atar, 2001, s. 67) Zira, haksızlığa uğrayan kişinin gideceği tek kapı olan adalet kapısında uğrayacağı ikinci haksızlık onu doğal olarak umutsuzluğa sürükleyecektir ki bu mülkün temelinin sarsılması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla İslâm âlimleri adalet kurumunda işlenen rüşvet suçunun üzerinde özellikle dururlar. 28 İslâm hukukuna göre, rüşvet alan hâkimin verdiği hüküm batıl sayılır. Rüşvet almak büyük günah olduğu için kadının şeriate uygun olarak verdiği hüküm de batıldır. Aynı zamanda onun rüşvet alması, zina etmesi ya da şarap içmesiyle eş tutulmuştur. (Mumcu, 2005, s. 194) Bu durum, İslâm-Osmanlı hukukunun adalet işlerinde verilen rüşvete bakış açısını ortaya koyması açısından önemlidir. Ancak, rüşvet alan kadının hukukî durumu hakkındaki görüşler bununla sınırlı değildir. Kimi hukukçulara göre, kadının rüşvet suçuna bulaşması verdiği kararların geçersiz sayılması için bir gerekçe oluşturmaz. Kadının rüşvet alması onu fâsık yapar. Fâsıklık ise bireysel bir zafiyet olmasından dolayı kadının işlediği günahın verdiği hükme bir etkisi yoktur. (Ümütli, 2006, s. 52) Bu ilginç görüşün temsilcileri bunu savunurken rüşvetin bulaşmadığı hiçbir davanın olmadığını iddia ederler. Buradan yola çıkarak rüşveti aklamanın hiçbir hukukî ve dinî temeli olamayacağı gibi ahlakî olarak da bu görüşü savunmak en hafif tabirle sakıncalı olacaktır. Fakihlerin bir kısmı rüşvet suçunu işlemiş bir kadının adalet vasfını yitirmesinden dolayı azledilmesine gerek kalmadan makamını kaybedeceğini söylerken, bazıları da kadının ancak azledilince görevini kaybedeceğini savunurlar. (Atar, 2001, s. 68) İslâm hukukunda kadının verdiği kararın adaletli olması ve yargı otoritesinin saygınlığını koruması üzerinde oldukça fazla durulmuştur. Ebu Hanife, kadının bulunduğu yerde en fazla bir yıl görev yapması gerektiğini savunmuştur. Bunun sebebi kadılık görevine gelen kimsenin, görev yerlerindeki insanların münasebetleri sonucu yargı otoritesini tehlikeye atma ihtimalidir. (Atar, 2001, s. 67) Bu hususta kadının herhangi bir hediyeyi kabul etmemesi ve dava taraflarının ziyafetlerine gitmemesi gerektiği vurgulanır. (Atar, 2001, s. 69) Bu davranışlar rüşvete kapı aralayacağından ve kadının adalet yolundan sapmasına yol açacağından hoş görülmez. Selçuklular’da da kadılık makamına büyük önem verilmiştir. Nizamülmülk’e göre kadılar padişahın naibleridir. (Köymen, 1999, s. 54) Kendisin kaleme aldığı ünlü Siyasetname’de kadılarda aranması gereken vasıflar büyük bir titizlikle tespit edilmiş, adaletli olmaları gerektiği sık sık vurgulanmıştır: “Kadılar, ehl-i İslâm’ın kan ve malına mutlak surette tasarruf ederler.” (Köymen, 1999, s. 57). Oysa, Harzemşahlar’ın Büyük Selçuklu Devleti’ne son vermesinin akabinde kadıların rüşvetçiliği pek çok şikâyete sebep olmuştur. Osmanlı Devleti’nde kadıların ve askerî sınıftan diğer kimselerin halka karşı işlediği rüşvet ve diğer suiistimallerini engellemek adına uygulanan önlemlerin çoğu zaman yeterli gelmemesi sonucu oluşan adaletsizlik 16. ve 17. yüzyıl nasihatname yazarları tarafından “devletin çöküşü” şeklinde yorumlanmıştır. Dolayısıyla adaletin son bulması devletin son bulmasıyla eş değer görülür. Osmanlı adalet felsefesinde halkların kökeni ayırt edilmeksizin adaletle hükmedilmesi devletin devamı için gereklidir. Osmanlı Devleti’nin fethettiği topraklarda yaptığı ilk işlerden biri olarak 29 kadı ataması bu düşüncenin tezahürüdür. (Durhan, 1999, s. 220) Osmanlı Devleti’nde görev alan ilk kadı Tursun Fakih’tir. Doğrudan Osman Gazi tarafından tayin edilmiştir. (Âşıkpaşaoğlu, 1970, s. 13) Fatih Sultan Mehmed’e kadar kadılar kazaskerler vasıtasıyla padişahlar tarafından atanırken, Fatih Sultan Mehmed, kadıların tayin sürecinde yeni düzenlemelere gitmiştir. Buna göre, kadı tayininde padişah doğrudan yer almazken, kazaskerlerin önerisi üzerine sadrazamlar tarafından değerlendirilerek atamalar yapılmıştır. (Ekinci, 2001, s. 962) 16. yüzyılın sonlarına doğru, şeyhülislamlık makamının güçlenmesi üzerine, mevleviyet kadılarının tayini konusunda kazaskerlerin ve sadrazamların yetkisi oldukça azalmıştı. (Şentop, 2005, s. 88) Osmanlı Devleti’nde kadının tayin süreci diğer İslâm devletlerine göre daha incelikli bir prosedür halinde gerçekleşir.29 Teorik olarak bu sistemde ehliyetsiz kişilerin kadılığa yükselmesi imkânsız görünmektedir. Bu durum, devletin ancak adalet ile yükseleceği inancına uygun düşmekle beraber kadılık başlı başına bir meslek olarak görülmesindendir. Son derece önem verilen ve oldukça girift bu sistem rüşvet yoluyla aşılabilmişti. Kadıların adı Osmanlı Devleti’nin en eski devirlerden beri rüşvet ve yolsuzluklarla anılmıştır. Örneğin daha, Orhan Bey zamanında, Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil Paşa’nın yaya sınıfı kurulurken rüşvet aldığı söylenir: “Çok kişiler kadıya rüşvetler virüb beni yaz dediler.” (Neşri, 1949, s. 155) Nitekim halkın şikâyetlerine yer verilen anonim bir Tevarih-i Âli Osman’da Yıldırım Bayezid’in rüşvetçi kadıların hepsini bir eve doldurup yakmak istediği rivayet edilir. Ancak 29 Kadıların en başta medrese de tahsil yapmış olması tecrübe ve hukukî bilgiyi kazanmış olmaları gerekliydi. Kendi içerisinde bir hiyerarşiye sahip olan ilmiye sınıfında müderrisler öğretimle, müftüler fetva vermekle, kadılar ise yargılama görevinde bulunmaktaydı. İlk olarak I. Murad devrinde Bursa kadısına kazaskerlik ünvanı verilmiştir. Daha sonra Fatih Sultan Mehmed döneminde İstanbul kadısı ve kazaskerînin görevleri ayrıldı. Müftü “Şeyhülislâm” olarak adlandırıldı. Aynı zamanda Sahn-ı Seman medreselerinin kurulması kadı adaylarının eğitimi açısından önemli bir gelişmedir. Osmanlı medreselerinin belli bir sisteme göre kurumsallaşması Fatih ve Kanuni devirlerinde olmuştur. Hâriç ve dâhil medreseleri belirli bir staj döneminin ardından naib olabilmekteydi. (Cin, Akyılmaz, 2015, s. 168) Öğrenimini sürdürmek isteyenler Mûsile-i Sahn ve Sahn-ı Seman medreselerine devam edip icazet alarak mülazemetlik (adaylık) sürecine girerek mülazım olurlardı. Mülazemetlikte adaylar alt derece kadılıklara tayin edilirdi. Molla Kadı denilen büyük kadı yanına gönderilen danişmentler beşer kişilik gruplar halinde burada üç veya beş yıllık bir süre geçirirlerdi. Taşrada Molla Kadı nezninde ilk staj dönemlerini tamamlayan adaylar bu süre sonunda yeniden İstanbul’a dönerek mülazemetliklerini tamamlamaları gerekirdi. (Anıl, 2015, s. 105) Adayların isimleri “matlab”, “tarik”, ya da “ruzname” adı verilen kazasker defterlerine kaydedilir ve adaylar bekleme dönemine girerlerdi. Adaylar beşer kişi olarak Mevleviyet (eyalet) pâyesi taşıyan kadıların yanında staj yaparlardı. Kaza kadılığı görevinden sonra Ayasofya, Kanuni Sultan Süleyman döneminde açılan Mûsile-i Süleymaniye ve Nefs-i Süleymaniye gibi yüksek dereceleri medreseleri tamamlayıp son basamak olan Dâr’ül Hadis’ten mezun olduktan sonra müderris ve yüksek dereceli kadı olurlardı. (Cin, Akyılmaz, 2015, s. 170) Genelde yukarıda da belirtildiği gibi Sahn-ı Seman, Ayasofya ve Sahn-ı Süleymaniye gibi medreselerini bitirenlerin kadı olarak tayin edilme şansları olsa da daha çok tercih edilenler Dâr’ül Hadis medresesi mezunu kişilerdir. Bu medrese mezunları tayin edildikten sonra eğer boş kadro varsa diğer medrese mezunlarının tayini yapılırdı. (Uzunçarşılı, 1988a, s. 38) Padişah beratıyla tayin olan kadıların tayin işlemlerini Kadılar, padişah beratını almadan önce mülâzımlıktan kadılığa geçebilmek için resm-i padişahi adıyla vergi öderlerdi. Bu bir rüşvet değildi aynı zamanda beratı tanzim edene ve getirene normal sayılabilecek bahşişler verilirdi. (Uzunçarşılı, 1988a, s. 111) 30 Vezir Ali Paşa’nın ricasıyla affedilirler. Bunun sonucu olarak kadıların harç almaları kanun haline gelir. (Tevârih-i Âli Osman, 1992, s. 34- 36) 1528’de Kara Kadı diye tanınan Halep Kadısı yolsuzluk, rüşvet ve diğer suçlarından dolayı birçok defa halkın şikâyet etmesine sebep olmuştu. Bir cuma günü halkın topyekûn üstüne saldırmasıyla linç edilen Kara Kadı’nın yanı sıra onunla iş birliği içerisinde olan şehrin önde gelen diğer yöneticileri Rodos’a sürülmüştü. (Peçevi, 1992, c. 2, s. 98) 16. yüzyılda kaleme alınmış olan Nushatü’s-Selâtin’ de Mustafa Âli, kendi zamanında kadıların rüşvet veren kişinin lehine hüküm verdiklerini belirtir. Bununla ilgili naklettiği bir olayda, Arabistan kadılarından “büyük sarığı ve kol ağızları geniş elbiseyle gezen, parlak aynada cehalet ve ahmaklığından benim benden başka kimsem yok diyerek kendini gören” kadıyla ilgili bir olay nakleder. Sözü edilen kadı, bir kızın nikâhıyla ilgili iki köy halkı arasında çıkan kavgada önce yüz sikke altın veren tarafın lehine hüküm vermiş, daha sonra karşı tarafın iki yüz florin rüşvet vermesiyle daha önce verdiği kararı bozmuştur. (Mustafa Âli, 2015, s. 141) Bir diğer vurgu yapılan husus ise vergi toplama esnasında yapılan usulsüzlüklerdir. Avarız vergisinin toplanması için ferman çıkarılan köylerde rüşvetçi kadılar, “emir ve ferman çıkaran İstanbul askerî benden küllice hizmet almıştır” diyerek hane başına birer şahi30 alınmasına karar verir ve toplardı. Vergileri toplama esnasında verdiği hizmetin karşılığı olan para ise kararlaştırılmış rüşvetin miktarına göre birer şahi hesabıyla tahsil ederdi. Daha sonra kadıların yanında çalışan “kötü huylu kimseler” vergi toplamak için gittikleri köyde “geliş hakkı adıyla” rüşvet alırdı. (Mustafa Âli, 2015, s. 183) Yine 16. yüzyıla ait olan Hırzü’l-Mülûk’te cahil kimselerin rüşvet yoluyla kadılık elde ettikleri ve bu kişilerin hükmünün geçerli olmaması gerektiği savunulmuştur. Rüşvetle kadı olan kimseler, atandıkları yerdeki “zalim” yerel yöneticilerle ittifak edip, suç işlerler.31 (Yücel, 1988, s. 196) Bunların yanı sıra çoğaltılabilecek birçok örnekle beraber tezin konu edindiği zaman dilimi olan 17. yüzyılda adalet örgütündeki rüşvetçilik olgusuna dönemin ıslahat lâyihalarında da yer verilmiştir. Bu eserler, 17. yüzyılda kadıların rüşvet alması ve yolsuzluk yapmasının nasıl algılandığını ve yazarların buna nasıl bir eleştiri getirdikleri konusunda bilgi 30 Yavuz Sultan Selim döneminde çıkarılan altın para. 31 “Fi zamâninû ekser kudât mürteşi ve cahil olub mansıb-ı kazâ mahzâ cehl ü irtişah kinâyet olmuştur. Rüşvetle ve şef’âat ile kadılık alan kimesnelerin hükm-i nafiz olmadığı kütüb-i fetvada musarrahtır. Eyle olsa etrâf-ı memalikte olan kuzâtun ekseri rüşvet ve şef’âat ile kadılık almıştır… Kadı-asker efendiler ise mansıbları havından icrâi hak etmeye kadir olmazlar, nâçâr olup ekser menâsıbı ekâbir şef’âatiyle cahillere verürler… Ba’dehu ol kadılık bir zalim mürteşi ve cahile verirse varduğu gibi beğlerbeği ve sancakbeği subaşılarıyla ve sâir ol yerun zalimleriyle müttefik ve müttehid olub bir kimesneyi mün’in ve mâldâr fehm eyleseler bir nesne isnâd edüp, mâlının ekserin aldıklarından sonra Asitâne-i sa’adete bizden şikayet eylemeye deyü üç talâka şart verüb, andan sonra habsten çıkarırlar.” (Yücel, 1988, s. 196) 31 vermektedirler. Nitekim Koçi Bey birçok kişinin rüşvet yoluyla kadılığı elde ettiğini belirtir. Koçi Bey, adlî rüşvetin kötülüğünü ayrı bir yere koymuş, kadılıkların rüşvetle satılmasını dinin satılmasıyla eşdeğer görmüştür. Eserinde yer verdiği kıssada bir gün Kâbe’nin duvarlarının yıkıldığını bunun sebebi ise Allah’ın emaneti olan kadılık makamının rüşvetle satılmasıdır. (Koçi Bey, 2011, s. 115) Ona göre Sunullah Efendi’nin 1603 yılında Şeyhülislâmlıktan azledilmesi ulemanın “bozulmasında” dönüm noktasıdır. Bu tarihten sonra ilmiye sınıfında çözülme hızlanmıştır. Bunun en önemli sebeplerinden birisi de kadılıkların rüşvetle satılmasıdır.32 (Koçi Bey, 2011, s. 155) Mülâzemetlerin dahi usulüyle verilmeyip voyvoda, subaşı kâtiplerinin ve halk tabakalarından nicelerinin beş-on bin akçe vererek mülâzım olup daha sonra ise müderris olduklarını belirtmiştir. (Koçi Bey, 2011, s. 155, 156) Koçi Bey’e göre kadılık konusunda yaş ve soy önemli değildir. Bir cahilin sadece eskidir denilerek âlimin önüne geçmesi haksızlıktır. İmamlıkta dahi en bilgili olan yaşlı olana tercih edilir. (Koçi Bey, 2011, s. 157) Yaşlı ile genç ancak ilim ve marifette eşit ise yaşlı olan öne geçirilir. Ancak Koçi Bey için mülâzemet sistemi her şeyin başlangıcıdır. Mülâzemetler rüşvetle satılmadan hak eden kişilere verilmelidir. Bu şekilde ehliyetli olanlar ehliyetsiz olanların önüne geçebileceklerdir. Oysa, mülâzemetlerin usûle aykırı verilmesi Koçi Bey’den önce 16. yüzyılda da görülmektedir. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman’ın kendisi şair Baki’ye usûle aykırı olarak sıra beklemeden mülâzemet tahsis etmişti. (Uzunçarşılı, 1988a, s.